13 Eylül 2014 Cumartesi
The Spy Who Came From In Cold/ Soğuktan Gelen Casus (Martin Ritt)
soğuk savaş döneminin en etkili casusluk filmi. batılı emperyalist devletlerin casus profilini, kriminalize olmuş hayatlarını en etkin biçimde deşifre ediyor. batı berlinde ingiliz ajanlarının başında görev yapan casus alec işsiz kaldıktan sonra bir kütüphanede çalışır. bu sırada tanıştığı komünist bir kızla ilişki yaşamaya başlar. ingiliz devleti onu doğu berline göndererek komünist topraklarda bilgi kirliliği yaymak ve demokratik alman cumhuriyetinin ajanlarından birinin mahkum olmasını sağlanması görevini verir.
amaca ulaşmak için herhangi ahlaki kural yoktur. herkes kullanılabilir ve kullanıldıktan sonra bir kenara atılabilir. atan da memnun atılan da memnun olmaz. casus profilini john le carre dikkat çektiği nokta burası. hem bir yandan kullanıldığını bileceksiniz hem de öte yandan verilen görevi yerine getireceksiniz.bu çelişkinin açıklamasını casusun ağzından yaptırıyor, fiedler idealist demokratik alman cumhuriyetine inandığı için casus olduğunu anlatırken, alec bunu yalnızca para için ve iyi yaşam tarzı için yaptığını söylüyor. yapacak başka bir şey olmaması sıradan bir zekaya sahip olması da bu işin olmazsa olmazları.
nitekim casus ve devletin amacına ulaştıktan sonra casusu bertaraf etmesi de işin bir başka doğal yönü. görev tamamlandı ve artık sana bundan sonra ihtiyaç kalmadı... john le carre in romanından uyarlama film siyah beyaz olağanüstü görüntüleriyle, gerçekçi bir bakış açısıyla hem dönemin emperyalist politikalarını hem de casusun kaderini resmeden harika müziklere sahip etkileyici bir film.
8 Eylül 2014 Pazartesi
Elysium/ Yeni Cennet (Neill Blomkamp)
Holivudun elindeki teknik olanaklar, sinema yapabilmek için parasal güç, gerçekten de iyi yaratıcıların elinde olsa çok daha önemli filmlerin çıkabilme olasılığına bir örnek Elysium. Hikaye 2154 yılında geçiyor. dünya nüfusu iyice artmış- kalabalıklaşmış, suçun gündelik yaşamda olağan hale geldiği, egemen sınıfların ise bu kalabalıktan korkarak uzayda Elysium adını verdiği bir yerleşim biriminde tüm teknolojik olanakları kullandığı bir cennet yaratmış durumda.
Hikayenin kahramanı daha önce bir kaç defa cezaevine girip çıkmış, fabrikada çalışan bir işçi. çalıştığı robot fabrikasında işçiler aşağılanıp hor görülüyor. fakat dünyadaki yoksulluk göz önünde bulundurulduğunda büyük bir nimet bu fabrikada çalışmak. bundan sonrasında ise hikayenin kahramanı fabrikada aşırı radyasyona kalıp 5 gün içerisinde öleceğini bir robot tarafından bildirilip eline bir kutu ilaç tutuşturularak kapı önüne konulmasından sonra yaşamak için elysiuma çıkma ve tedavi olma mücadelesine dönüşüyor.
bu noktadan sonra hikaye çok fazlasıyla yorucu ve bir türlü kendini toparlayamayan, aksiyona dayalı bir gürültü haline dönüşüyor. hemen her şey bir anda oluveriyor çünkü, neyin ne olduğunu doğru düzgün öğrenemeden, bir anda bir çok şey oluyor ve doğru düzgün odaklanamamayı beraberinde getiriyor. halbuki gerçekten de iyi olabilecek bir hikaye altyapısına sahip. öngördüğü uzak gelecek, bugünden bakıldığında gerçeğin çok uzağında değil. işin içinde sınıf vurgusu da var. ama nedense bunun hakkını vermek yerine dünyada ve yapay dünyada bir dövüş filmine dönüşüyor.
son zamanlar izlediğim yakın tarihli amerikan menşeli prometheus, oblivion dan sonra gene tam olamamış dediğim bir bilimkurgu elysium.
Un coeur en hiver/ Ayazda Bir Yürek (Claude Sautet)
Albert Camus'un Yabancı romanındaki karaktere benziyor daha çok Maxime karakteri. konservatuardan yeteneğim yok diyerek ayrılmış, fakat müzikle olan ilişkisini kesmemiş, keman tamiri yapan oldukça içe kapanık, kendinden bahsetmeyi sevmeyen, duygu ve düşünceleri pek açığa vurmayan, daha çok duygusuz ve tepkisiz bir adam.
Patronun müzisyen sevgilisiyle tanıştıktan sonra, ve kadın ona aşkını itiraf ettikten sonra da bir tepki vermiyor. zaman zaman yakınlaşmasını ve ileriye doğru adım atmasını görsek de, bu elde etme biçimi patronuna ceza vermek istemesinden kaynaklı olduğunu söylüyor. kadını kendine aşık edip bırakacak, böylece arkadaş olmadığını söylediği patronuna da bir ceza vermiş olacak.
Elde etmek sahip olmak gibi bir düşüncesi yok. yalnızca seyretmekten hoşlanıyor. konserini seyretmek, keman çalarken izlemek, karşısında konuşmasını dinlemek gibi. arzuları olmayan bir adamın buna yönelmesi oldukça normal. iradesizliği ve tepkisizliği o denli boyutları fazla ki, bir akşam en sevdiği dostunun rahatsızlanmasını bile kapının kenarından seyrediyor.
Daniel Auteil'in bu iradesiz, yalnız, tepkisiz, içe kapanık karakteri olağanüstü oyunculuğuyla öne çıkıyor. Özellikle patronun evlenmek üzere olduğu ve yaşayacağı evi gösterdiği sahnede, onun amacına ulaşamayan, tükenmişlik durumunu vücut diliyle, tedirgin olan gözleriyle anlattığı sahne için bile seyredilmeye değer.
4 Eylül 2014 Perşembe
JCVD/ Kod Adı: JCVD (Mabrouk El Mechri)
90 lı yıllarda çocukluğunu yaşayanlar için gerçek bir fenomen o. bir kaç tane özel kanalın olduğu bir dönemde, gece yarılarına doğru hangi mahalle çocuğu onun Kan Sporu filmini izledikten sonra onun gibi tekme atmaya, bacaklarını 90 derece açıp oturmaya çalışmadı. hangi çocuk o dönem birden bire yaygınlaşan karate salonların önünde asılı posterine hayranlıkla bakmadı. hangi çocuk hiç harçlığı olmasa dahi bir karate dergisinin kapağında onu görünce "aaa van damme lan bu, keşke alabilseydim" diye düşünmedi...
Çocukluğumuzun kahramanı. Belçikalı. Jackie Chan'in komikliklerine karşı o her daim sert duran bir kahraman. sıkı ve kaslı bir vücut. güzel bir yüz. Kan Sporundan sonra yaygınlaşan şöhreti ona holivudun kapılarını açar. Zor Hedef, Evrenin askerleri bir sürü gişe başarısı kazanmış filmde görünür. daha sonrasında şöhret ve paranın etkisiyle uyuşturucuyla tanışır, hollywoodun baş aşağı düşen yıldızlardan biri haline gelir.
Bu film o sönmüş yıldızın, ama hala belçika sınırları içerisinde bir kitlesi olan bir aktörün kendisini oynadığı, parasızlıkla, belayla birebir cebelleştiği, kurmacayla gerçeği doğru düzgün kurguyla anlatan eli yüzü düzgün bir film. aynı zamanda van damme ın o meşhur beş dakikalık monologuyla bir günah çıkarma sekansına da sahip.
Artık güçten düşmüş, iyi teklfler alamayan, borçlarını ödemekte zorlanan, mahkemelerde bile kaybeden bir adam. bir postahane soygunun içinde buluyor kendini. görgü tanıkları onun postahaneyi soyduğunu medya aracılığıyla ülkeye yansıtınca, avukatı dahi ona sırt çeviriyor. tüm çıkarcı çevrelerin sırtını döndüğü bu adama aynı zamanda devlette ayrıcalık tanımıyor...
Van Damme ın ismini hatırlamadığım bir filminde hocası tarafından diskoya götürülüyor, orada iyice içtikten sonra, pistte kızlarla dans etmeye başlıyor, bu sırada bir kaç serseri onunla tartışmaya giriyor ve kavga başlıyor. Absürd bir sahnedir, van damme sarhoştur, adamların hakkından gelir ve bunu yaparken de pistte dans etmeye devam eder. o çeviklikten geriye zaman ilerledikçe bir şey kalmaz... imdb de izleyiciler tarafından en beğenilen van damme filmi jcvd dir. gerçekten de en iyi oyunculuğu ve en iyi filmidir.
2 Eylül 2014 Salı
Paths of Glory/ Zafer Yolları (Stanley Kubrick)
Belkide, Lewis Milestone'un Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filminden sonraki en iyi anti-militarist film. Savaşın acımasızlığını, ast-üst ilişkileri ve maceracı komutanları, askeri mahkemeleri, kısacası militarizme tümüyle karşı cepheden bakan bir film.
Kubrick bunu yaparken 1. dünya savaşına dönüyor. Fransa ordusu ve Almanlar arasında uzun süren savaşlar da bir kaç yüz metre ilerleyip daha sonrasında geriye çekildikleri ve her ilerleme ve geri çekilme sonrasında binlerce askerin öldüğü bir cephedeyiz. Bir gece general albayına emir vererek sabahleyin ant tepesine saldıracaklarını, destek geleceğini ne kadar kayıp verirlerse versinler almak için almanlarla savaşılacağını belirtiyor. Ertesi sabah tepeye doğru hücum başladığında almanlar yoğun bir topçu ateşine tutuyor fransızları. Büyük kayıplar verilirken, dürbünle komuta merkezinden savaşı izleyen general diğer birliğinde siperlerden çıkmasını ve saldırmasını emrediyor. siperdeki askerler bu emre uymayınca, general hiddetleniyor ve birliğin topçu ateşine tutulmasını emrediyor. topçular da böyle bir emri yazılı olmadığı sürece yerine getirmeyeceğini söylerken, ertesi gün başarısız olan bu girişimin sorumlusu askerlerin en az yüz tanesinin askeri mahkemeye çıkarılacağını ve düzmece bir yargılamadan sonra idama mahkum edileceğini böylece diğerlerine ders olacağını söylüyor. bir pazarlık sonrası idam edilecek kişi sayısı 3 askere düşüyor, ve askeri mahkemede korkaklıktan yargılanıyor.
Kubrick'in savaşı ve militarizmi mahkum ettiği bu filmde, savaşı cesur kahraman askerler üzerinden değil, korkak askerler üzerinden anlatıyor. korkunun boyutları, sıradan asker için ölmek olurken, rütbeli askerler için ceza almak ya da terfi edememe üzerinden tariflendiriyor Rütbeli askerler için savaş bir şans. Hükümranlığını sürdürebileceği, egolarını tatmin edebileceği, toplum nezdinde kahramanlaşacağı, orduda yükselebileceği... bu yüzden dolayı da savaş bitmesini istemeyecekleri bir süreç.
Ölümün sıradanlaştığı, şiddetin kanıksandığı, insan hayatının sudan ucuz bir hale geldiği bir yerde korku neden var olabilir? siperlerinden çıkmayan askerlerin korkuları, ulus, zafer, milliyetçilik kavramlarına yenik düşmesinin sebebi onların yeterince ideolojiden yoksun bırakılmaları mı yalnızca? bir gün önce ölümden korkmadığını söyleyen insanlar, ertesi günü cehenneme dönen dünyayla karşılaşınca hareket etmiyorlar. bir vijdani red söz konusu değil. ya da silahını komutanlarına çevirip biz bu savaşı kabul etmiyoruz diye bir devrimci durum da söz konusu değil. bu ortada kalış, ölmeyi reddeden, ölüme düşman kurşunlarıyla değil kendilerinden çıkan kurşunla gidişleri filmin asıl hüzün barındıran yanı.
bu doğrultuda bu hüzne karşı koyan bir albay her ne kadar askerlerden yana tavır alsa da, hiyerarşik bir düzen içinde sözünü yeterince dinletemiyor. yapabileceği en fazla şey, tutsak alınmış bir alman kadının söylediği halk şarkısıyla, o ana kadar kendisiyle dalga geçen bir bölük askerin, insan olduklarını hatırlamasına bir kaç dakika daha izin veriyor...
benzeri olmayan, fransada senelerce yasaklanmış bir başyapıt.
Barry Lyndon/ Stanley Kubrick
Hikaye avrupada 7 yıl savaşları döneminde geçiyor. İrlandalı Barry Lyndon kendinden yaşça büyük kuzenine aşık olur. kuzeni zengin bir ingiliz subayıyla evleneceğini duyunca buna engel olmak ister. kuzenin ailesi bu ingiliz subayıyla kızını evlendirirse borçalarından yavaş yavaş kurtulacaktır. Bir tanışma yemeğinde Lyndon subaya meydan okur. ve bir düello ister. kendisinin bilmediği bir düzmece düello planlanır, subayı öldürdüğünü sanar ve ingiltereyi terk etmek için yola düşer. yolunu kesen iki soyguncu tüm parasını ve atnı alır. çaresiz kalan Lyndon para kazanmak için İngiltere ordusuna yazılır...
Kubrick'in filmi iki bölüme ayrılıyor. 1. bölümde ana karakterin savaşla birlikte yükselişi ve yüksek sınıflara yaranarak ve çeşitli oyunlarla sınıf atlayıp zenginleşmesini. 2. bölümde ise zenginleştikten sonra hırslarına mağlup alan ve zekasını yeterince zenginliğini korumak için kullanamayan adamın önlemeyen düşüşü.
lyndon karakteri maceraperest bir adam. riskleri göze alabilen, gözüpek bir cesarete sahip. öyle ki, aşkı için düelloya tutuşan, beş parasız kaldığı zaman ingiltere ordusuna yazılmaya tereddüt etmeyen, savaşın bıktırıcılığından ve dilediği gibi bir hayat sürememesinden kaynaklı ordudan kaçan, alman ordusuna yakayı ele verdikten sonra korkusuzca almanlarla birlikte savaşabilen, alman devleti tarafından bir şövalyenin ajan olup olmadığını öğrenmesi için gönderildiğinde ona alman devleti tarafından gönderildiğini itiraf eden, soylu sınıfa mensub kötürüm bir adamın elinden karısını alıp sınıf atlayan.
bu cesareti aslında onun yaşamla kurduğu bağlantıdan daha açıkçasını söylemek gerekirse, o anda ne yapılması gerekiyorsa onu yaşamak için sonucu her ne olursa olsun yaşama arzusundan. sonuçlarını düşünmeksizin hareket ediyor. öleceğini düşünmeden aşkı için düello yapıyor, yakalanıp cezalandırılacağını düşünmeden askerden firar ediyor, zengin olduktan sonra batacağını düşünmeden harcıyor, üvey oğlunun ona düşman olabileceğini düşünmeden onu cezalandırıyor, hatta onla düello yaparken üvey oğlunun kendisini öldürebileceğini düşünmeden atış hakkını yere ateş ederek harcıyor.
Zekasıyla değil, aslında tam olarak güdüleriyle yaşıyor. zekasıyla yaşayan bir insan kendisine düşman olmuş silahlı bir insana silahını yere doğrultarak ateş etmez. onun sona kadar iyi yerlere getiren, hatta sınıf atlatan bu güdüleri, sonrasında ise işe yaramaz oluyor. yoksullaşıp beş parasız kalıp, ailesini de bitiriyor.
Kubrick'in fırsatçı insanı anlattığı bu film, sinemasal anlamda kendine aykırı bir yerde dursa da, onun savaşa, acımasızlığa, üstün körü sevgiye, üst sınıflara, bir döneme de bakışını anlatıyor. olağanüstü manzaralarla süslediği bu filmde, farklı bir teknik kullanarak mum ışığındaki sahnelerle hem o dönemi birebir izleyiceye hissettiyor hem de gerçekçilik konusunda bir öncü oluyor. sonuç olarak bir dönem, bir kişi, ve bir dönemin sonu hakkında etkileyici bir Stanley Kubrick filmi.
31 Ağustos 2014 Pazar
Sideways/ Alexander Payne
filmin ana karakteri Miles hayatı boyunca yazar olmak için uğraş vermiş fakat başarısız olmuştur. Son yazdığı romanı kitabevine verdikten sonra en yakın arkadaşı 1 hafta sonra evlenecek olan hiçkimsenin tanımadığı bir televizyon oyuncusu jack ile birlikte bir yolculuğa çıkmaya karar verirler. bol bol şarap içecekler ve golf oynayacaklardır. Jack in istekleriyle, milesın yaşadıkları yolculuğun planlandığı gibi geçmesini sağlamaz. tanıştıkları iki kadın hayatlarına olumlu ve olumsuz katkılar yapacaklardır.
bir tedbil-i mekan. bunda en önemli sebep ise, miles'ın iki sene önce ayrıldığı karısından kaynaklı hayatında büyük bir boşluk ve kendini başarısız hissetmesi. kronik bir depresyon halinde. jack ise evleneceğinden kaynaklı, hayat bir hafta sonra bitiyor ve bu bir haftayı dilediğim gibi geçirmeliyim düşüncesinde. ikisi de bir devri kapatmak derdinde. bunu yaparken de içtikleri şaraplar, oynayacakları oyunlar ve karşılaştıkları kadınlar ile birlikte onlarla kuracağı ilişki onlara yardım edecek.
filmin afişi az çok bize bir şeyler anlatıyor. yan yatmış boş bir şarap şişesinde ikisi. bir sıkışmışlık var her iki karakterde de. geçmişte yaşananlar yaşanacakları unutmak istercesine şarap tadımı, içimi, yapımı ve sunumu üzerine konuşuyorlar. hatta edindikleri kız arkadaşları da buna dahil oluyor.
incelikli bir işleyiş söz konusu. ve her incelikli hikayede hep aradığımız o beni nerden vuracak bu film diye beklediğiniz anda, miles ve mayanın karşılıklı şarap içerken diyalogları çarpıyor birden, miles pinotu neden sevdiğini : cabarnet gibi heryerde yetişmez. ihmal edilirse canlı kalan bir üzüm değildir. sürekli ilgi ve dikkat ister... diye açıklıyor. Maya'ya neden şarap diye sorduğunda ise eski kocasından kalma bir alışkanlık olduğunu söyleyerek devam ediyor: şarap canlıdır, içinde hayat vardır; fermante olur, değişir, gelişir ve her şişenin içinde o hayat devam eder.." diye bitirirken bakışları ve anlatım ifadesinden hayatı şarap ile özdeşleştirdiğini, yaşanan kötü deneyimlere rağmen miles gibi kırılgan olmadığını ve bir şekilde hayata devam ettiği anlıyoruz, bu söylemin ardından belki farkında olmadan belki de tamamiyle farkında olarak milesın elini tutması belki de filmin en fazla akıllarda kalan ve gelip cuk diye oturan sahnesidir.
bakış açıları ne kadar farklı olursa olsun, ortak noktaları üzerinden yanyana durmayı beceriyor her ikiside. ta ki jack in evleneceği ortaya çıkana dek... bunun sonrası ise oldukça gülünç durumlar teşkil ediyor.
o kadar çok hayattan ve içten anlar var ki, milesın sarhoş olduktan sonra cesaretini toplayıp eski karısını araması, ve evleneceğini öğrendiğini söyleyip önce hakaret ardından pişmanlık duyup özür dilemesi. telesekretere bırakılan mesajlar, güzel manzaralar, çalınan kapılar.
belki de filmin son anı daha çok akıllarda en çok kalıcı sinemasal andır. bırakılan mesajdan sonra, milesın yola çıkıp bir evin kapısını çaldığı görüntü. sonrasını hayatın akışına bırakmış yönetmen, ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz, mutlu bir sonla bitirmiyor, mutsuz da. umutla bitiyor...
Not: bu filmi izledikten sonra eğer ki şarap içiyorsanız, incelikle bir içici olmadığınızı anlayabilir, içmiyorsanız da tıpkı benim gibi içinde içme isteği doğurabilir ve bir an önce en yakın büfeye koşabilirsiniz. ben bu yazıyı yazarken, bir şişe şarabı da yanımda ihmal etmedim. olması gerektiği gibi :)
Taurus/ Boğa (Aleksandr Sokurov)
Dünyanın en büyük devrimcisi, siyaset adamı, teorisyen, filozof, marksist, dünyanın büyük bir nüfusuna çağ atlatmış, onları eşitlik-kardeşlik- özgürlükle tanıştırmış bolşevik devrimin mimarı Vladimir Ulyanof Lenin. Sanıyorum bilenler onu böyle bilecek, peki ya özel hayatında sağlık sorunlarıyla mücadele eden 1921 yılından sonraki Lenin?
rus yönetmen Aleksandr Sokurov Lenin'in sağlığının bozulmasından sonra gözlerden uzak, büyük bir kır evinde inzivaya çekildiği dönemi anlatıyor. yürümekte zorlanan, doktoruyla tartışan, hizmetlileriyle geçinemeyen fakat her daim düşünen bir adam Lenin.
Ölümü düşünüyor, ölümle ilgili düşüncelerini anlatıyor. sağlığının giderek kötüye gitmesinden ötürü intihar etmeyi düşünüyor, ki yaşamak onun için bir işkence halini almaya başlıyor. telefon yok, kendisini kendisi yapan devrimden ve partisinden uzakta çünkü. stalinle görüşmesinde ona şikayetlerini dile getirirken, partiden zehir istiyor. yaşamına son verme oluyor tek düşüncesi.
her ne kadar yaşam işkenceye dönüşmüş olsa da, unutkanlık ve felç ona hareketlerini kısıtlayıp çileli bir son dönem yaşatsa da Lenin düşünmeyi ve düşündüklerini açıkça belirtmekten geri kalmıyor... Sokurov'un filmi iki bölümden oluşuyor. Devrimci Lenin'İ değil, insan Lenin'i tanıyoruz. gel gitleri, iç hesaplaşması, umuduyla değil umutsuzluğuyla Lenin. Bu karamsarlığı anlatırken de ışığı minimize edip sanki termal bir kameradan aktarıyor görüntüleri bize yönetmen. olabildiğine karanlık, yeşil tonun hakim olduğu.
zor bir film. izlemesi zor. fakat sabırlı insanlar için büyüleyici bir deneyim. bir kere daha seyretmek isteyebileceğiniz türden.
30 Ağustos 2014 Cumartesi
Salo o le 120 Giornate di Sodoma/ Salo ya da Sodomun 120 günü (Pier Paolo Passolini)
1944 yılında italyanın kuzeyinde almanlar tarafından kurulmuş bir kukla devlet olan Solo faşist cumhuriyetinde geçen olaylar dizisinde, seçkin bir aristokrat grubunun 9 kız 9 erkek rehin alıp bir şatoya kapatırlar. bunlara katılan 4 yaşlı fahişe ile birlikte, bir yığın iğrençliği içinde barındıran kendilerini tatmin eden sadist uygulamalar gerçekleştirilir.
Passolininin filmi insanın sabrını zorlayan faşizmi sadizmle birleştiren, insanın en kaba gülünç ve tiksindirici yanlarını ortaya koyan bir film. öyle ki, yaşlı fahişe müzik eşliğinde anlattığı seks hikayelerinde aristokratlar bunları bir sanat eseri gibi dinleyip yorumlarken, bir anda esir aldıklarına salon ortasında tecavüz edebiliyor. esir aldıklarını bir yığın iğrenç deneye sokup sonunda derilerini yüzüyor, gözlerini çıkartıyor.
tahammül sınırlarını zorlayan bu filmin en tuhaf sahnesi de belki, esir aldığı bir kızın ve erkeğin evlilik töreninden sonra bok yeme sahnesidir. mideyi kaldıran bu sahnede, yiyenlerin kimi kusarken kimi de zevk alır. zevk alanlar elbette esir alınanlar değil, esir alanlardır.
çok fazla bir şey yazmaya gerek yok, oldukça kaba, gördüğüm en rahatsız edici film.
23 Ağustos 2014 Cumartesi
Man on the Moon/ Aydaki Adam (Milos Forman)
amerikada popüler medya kültürünün aykırı ismi andy kaufmanın hikayesi. bir biyografi. yönetmen milos forman aykırı kişileri anlatmayı ve bu aykırı kişilerin hayatından sağlam filmler çıkarmayı sever, mozartın hikayesi amadeus bunlardan biri.
andy kaufman bir dönem amerikan televizyonlarında boy göstermiş, ciddi izlenme oranları almış, kendine özgü bir hayran kitlesi edinmiş komedyen. sevenleri olduğu kadar nefret edenleri de olan, hayır aslında hiç komik değil diyen bir kitle de var. ki buna en doğru örnek kaufman bilinen sınırların dışına çıkıp seyircisini eğlendirmek için kendini eğlendirmek için oynuyor.
örneğin programdaki bir bölümde bütün herkesin otu çekip kafayı bulduğu bir skeçde kaufman yapıomcı ile anlaşması, ben uyuşturucu ile ilgili bir skeçde oynamam diyerek yönetmenle kavga edecek, program reklama girdikten sonra skeçin değil kavganın bir oyun olduğunu söyler. skeçin kavga bölümünden habersiz diğer oyuncular da asıl kurulmak istenen oyuna dahil olup daha gerçekçi br oyun çıkarıyorlar... bunun haricinde seyirciyle oynadığı bir çok oyun var kaufmanın, güreş oyunları gibi. kendinden başka kimin eğlendiğinin bir önemi yok. önemli olan kendisinin eğlenmesi.
bu doğrultuda tv yapımcılarıyla da ters düşüyor. onlar insanların sabırlarını ve sınırlarını zorlamayacak, herkesin alıştığı bir komedyen olması isterken kaufman ise bunun tam tersine olmasını istediğini yapmakta tereddüt etmiyor.
Jim Carrey'in bir komedyen ve güldürmek için değil, andy kaufmanı oynamak için oynadığı ve döktürdüğü bir film. sadece gülmek isteyenlerin değil, onun oyunculuğundaki farklı aşamalardan biri olduğunu görmek ve andy kaufman kişisini tanımak için birebir.
22 Ağustos 2014 Cuma
Closer/ Daha Yaklaş (Mike Nichols)
Hanif Kureishi'nin ingiltere orta sınıflarının ilişkilerini anlatan Gün boyu gece yarısı öykülerini anımsattı biraz bu film bana. kureishi, sevgiden yoksun, sevgisi bitmiş orta sınıfların soğuk ve cinselliğe dayanan, aldatmaya meyilli ya da aldatan orta sınıf insanlarının ilişkilerini anlatıyordu öykülerinde.
Nichols'un filminde ki kahramanlar da orta sınıf mensubu. bir doktor, bir yazar, bir fotoğrafçı, bir striptizci. mekan londra...
bir kaza sonrasında tanışan bir yazar ile striptizci bir kızın diyaloglarıyla başlıyor. kaza bu ilişkinin tohumunu atarken, sonraki sahnede ise yazarın yazdığı kitap için bir fotoğraf çekiminde görüyoruz. yazar fotoğrafçıyı etkilemeye çalışıyor ne kadar fotoğrafçı kadın bunun bir iş olduğunu düşünse de adamın etkisine kapılıyor, görüşme teklifini reddediyor istemeye istemeye. fotoğrafçı kadının yanından ayrılıp aşağıya indiğinde striptizci sevgilisiyle buluşuyor, fotoğraflarını çeken kadınla tanıştırmak için yukarıya çıkıyor, kız arkadaşı tuvalete gittiğinde ise adam kadına tekrar teklifini yeniliyor. kız tuvaletten dönüp adam evden çıktığında, sevgilisiyle aralarında geçen konuşmayı duyduğunu söylüyor.
Adam eğlence olsun diye internette erkek bir doktora kendini kadın olarak tanıtıp onunla seks yapmak istediğini adının anna olduğunu ve ertesi günü falanca saatte akvaryumda görüşmek üzere randevu veriyor. doktor akvaryuma gittiğinde fotoğrafçı kadınla tesadüfen karşılaşıp evleniyor.
bir sonraki karşılaşmada ise aradan aylar geçiyor.o arada neler yaşandığını göremiyoruz. karakterleri,n gündelik gerçek hayatı ve gerçek ilişkilerinden bihaberiz. zaten onların gerçek hayatlarındaki gündelik yaşantıdan öte asıl olan bu dört kişi arasındaki gelgitlere sahne olan çapraz ilişki. ki buradaki ilişkilerdeki kadınlar ve erkekler bir anda silip bitiren ve sonra "affeden" ve yeniden birbirlerine dönebilen kişiler. birbirlerini terk etmeleri aşk ve aldatmaya bağlıyken, birbirlerine yeniden dönmeleri ise tamamen psikolojik sebepler üzerinden yürüyor. fotoğrafçı kadın depresyonda ve kendine acımaya devam edebilmek için kocasına dönüyor. öte yandan erkekler ise bir güç ve intikam arasında kendini tatmin etmeye yönelik kararların altına "imza" atıyor. bu imza kimi zaman bir boşanmayı kabul eden kağıdın üzerine olurken kimi zamanda öfkesini bağırıp çağırarak atmayla sonuçlanıyor. kadınların yaşama bakışları ise bu öfke ve gücün altında teslim olmaya ya da olmamaya yönelik oluyor. kimi zaman teslim olurken kimi zaman da ardına bakmadan terk etmeye yöneliyor.
Natalie Portman'ın oyunculuğunu ve Clive Owen'ın oyunculuğunu bir kenara yazalım. natalie leon filmindeki gibi kısa saçlı bebek yüzlü sonuna kadar seven bir genç kızın hakkını fazlasıyla vermiş. owen ise oldukça kaba ve güçlü bir adamı son derece iyi oynamış. diğer iki oyuncu ise onların yanında sönük kalıyor.
ilişkiler mevzusuna kafasını fazla yoranlar için oldukça iyi bir film. dört kişinin arasında geçen film bütünü üzerinden kurgusu sağlam olmuş diyebilirim. iyi vakit geçirmek için isteyenlere de güzel bir film. fakat gerçeği, duru, toplumsal gerçeği arayanlar için de pek iyi bir seçim olmayabilir closer
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Last Temptation of Christ/ Günaha Son Çağrı (Martin Scorsese)
Vaftizci Yahya onu vaftiz ettikten sonra İsa'ya sevginin bir anlamı olmadığını, dünyanın savaşlar hastalıklar ve açlıkla can çekiştiğini, sevginin karın doyurmayacağını, öfkenin ve savaşın bu dünyayı kurtaracağı, dünyanın çürümüş bir ağaç gibi olduğunu ve artık ağacın köküne balta vurmak gerektiğini söyler. İsa ise buna yanaşmaz ama gene de tanrıyla bunu konuşması gerektiğini ve ondan sonra karar vereceğini söyleyerek çöle doğru yola çıkar. toprağa bir çember çizerek içinde beklemeye koyulur, ne olursa olsun bu çemberin dışına ne yapması gerektiğini öğrenmeden çıkmayacaktır.
önce bir yılan çıkar karşısına, ruhu olduğunu söyler. korktuğunu, dünyayı kurtarmasına gerek olmadığı, kendisini kurtarması gerektiği söyler, bir kadınla evlenip çocuk sahibi olması gerektiğini. 10 gün sonra bir aslan çıkar, aslan onun yüreği olduğunu söyler, iktidar hırsını bildiğini ve dünyayı elde edebileceğini söyler, isa bunu da inkar eder, yumruğunu göstererek çemberin içine gir de o dilini koparayım der. ardından ateş çıkar karşısına, hırsı olduğunu ve çocukluktan beri tanrı olmak istediğini tanrının oğlu yani tanrı olduğunu, yeryüzünün ölüleriyle dirilerini birlikte yönetebileceğini söyler, isa şeytanı da kovar. çemberin dışında küçük bir elma ağacı belirir, dalındaki elmaya elini uzatıp bir tane alır. dişlediğinde elmanın çürük olduğunu görür ve tükürür. omzuna yahya elini uzatır; artık ayağa kalkması gerektiğini savaş ilan ederek insanlığa kurtuluş müjdesi vermesi gerektiğini söyler. isa baltayı eline alır, ve elma ağacının köküne baltayı vurmaya başlar... havarileri günlerdir ortada görünmeyen isa hakkında farklı yorumlar yapmaya başlarken, isa karşılarında belirir, elini göğüs kafesinden içeri sokarak kalbini çıkartır, bir elinde balta, bir elinde yüreği vardır, havarilerini savaşa davet eder...
Kudüse yahudilerin tapınağına doğru yürüyüşe geçerken, körleri iyileştirir, ölüleri diriltir, cinleri kovar. tapınağa bu güçle birlikte ibadete ve tanrının yeniden egemenliğine açmak için gittiğinde içeriye giremez. olduğu yerde durur ve ölmesi gerektiğine inanır.
yaşayan en büyük amerikalı yönetmen martin scorsese nin filmi hristiyanlık ve incildeki İsa'nın farklı bir portresi olabileceği üzerinden Nikos Kazancakis'in aynı adlı romanından uyarlama. İsayı bir peygamber ve tanrının oğlu olmasının dışında bir insan olarak ele alıyor. onun çelişkileri, tutarsızlık ve kararsızlıklarını da tartışmaya açıyor diğer taraftan. başlangıçta sevgiyle insanlığın düzelebileceğini söyleyen isa, sonra fikir değiştirip savaşmak gerektiğini ve en sonunda da kurtuluşun tüm insanlık için kendisinin çarmıha gerilerek ölmesinden geçtiğini. değişim sevgiden savaşa dönerken, isa taşlanmak isteyen kadının önüne durduğunda neden sevgi olması gerektiği hususunda korktuğunu söylüyor ve devam ediyor; kendisinde onlara karşı güç kullanmak istediğini ama yapamadığı bunun yerine bir anlık ağzından sevgi çıktığını diye tarif ediyor. fakat ulaşmak istediği nokta bu olmadığını daha sonrasında görüyoruz, asıl olarak isa iktidar ve gücü istiyor, insanların çevresinde toplanmasını, biat etmesini ve kendi krallığını. bunu beceremeyeceğini anlayınca da bu sefer ölmesi gerektiğini düşünüyor. Ölecek, mesih olarak dünyaya yeniden gelecek, ve krallığında tüm insanlığa adaleti verecek.
bu gelgitlerle birlikte gördüğü hayallerle isa portresi bir şizofrene yakın duruyor. filmin hem hristiyanlar hem de müslümanlar tarafından birincil eleştirileri bu gibi görünse de asıl olarak çarmıha gerildikten sonra isanın yeniden dirilişi sonrasındaki betimlemesi inançlıların aforoz etme sebebi; isa şeytan tarafından kandırılıp insan gibi yaşamaya başlıyor, sevişiyor, çocukları oluyor, karısının birisi ölünce diğer bir kadınla evleniyor, mesih vaazlarına karşı çıkıp ben de aslında normal bir insan olmak istedim diyor!
Romanını okumadım. İncil hakkında da yeterince bilgim yok. Buna rağmen filmi bir solukta ve bildiklerimizin dışında bir İsa portresi olabileceği üzerinden fazlasıyla sevdim. inançlı insanların kabul etmeyeceği cesur bir film. Müzikleriyle, görüntüleriyle, oyunculuklarıyla, senaryosu ve kurgusuyla gerçek bir başyapıt.
Kudüse yahudilerin tapınağına doğru yürüyüşe geçerken, körleri iyileştirir, ölüleri diriltir, cinleri kovar. tapınağa bu güçle birlikte ibadete ve tanrının yeniden egemenliğine açmak için gittiğinde içeriye giremez. olduğu yerde durur ve ölmesi gerektiğine inanır.
yaşayan en büyük amerikalı yönetmen martin scorsese nin filmi hristiyanlık ve incildeki İsa'nın farklı bir portresi olabileceği üzerinden Nikos Kazancakis'in aynı adlı romanından uyarlama. İsayı bir peygamber ve tanrının oğlu olmasının dışında bir insan olarak ele alıyor. onun çelişkileri, tutarsızlık ve kararsızlıklarını da tartışmaya açıyor diğer taraftan. başlangıçta sevgiyle insanlığın düzelebileceğini söyleyen isa, sonra fikir değiştirip savaşmak gerektiğini ve en sonunda da kurtuluşun tüm insanlık için kendisinin çarmıha gerilerek ölmesinden geçtiğini. değişim sevgiden savaşa dönerken, isa taşlanmak isteyen kadının önüne durduğunda neden sevgi olması gerektiği hususunda korktuğunu söylüyor ve devam ediyor; kendisinde onlara karşı güç kullanmak istediğini ama yapamadığı bunun yerine bir anlık ağzından sevgi çıktığını diye tarif ediyor. fakat ulaşmak istediği nokta bu olmadığını daha sonrasında görüyoruz, asıl olarak isa iktidar ve gücü istiyor, insanların çevresinde toplanmasını, biat etmesini ve kendi krallığını. bunu beceremeyeceğini anlayınca da bu sefer ölmesi gerektiğini düşünüyor. Ölecek, mesih olarak dünyaya yeniden gelecek, ve krallığında tüm insanlığa adaleti verecek.
bu gelgitlerle birlikte gördüğü hayallerle isa portresi bir şizofrene yakın duruyor. filmin hem hristiyanlar hem de müslümanlar tarafından birincil eleştirileri bu gibi görünse de asıl olarak çarmıha gerildikten sonra isanın yeniden dirilişi sonrasındaki betimlemesi inançlıların aforoz etme sebebi; isa şeytan tarafından kandırılıp insan gibi yaşamaya başlıyor, sevişiyor, çocukları oluyor, karısının birisi ölünce diğer bir kadınla evleniyor, mesih vaazlarına karşı çıkıp ben de aslında normal bir insan olmak istedim diyor!
Romanını okumadım. İncil hakkında da yeterince bilgim yok. Buna rağmen filmi bir solukta ve bildiklerimizin dışında bir İsa portresi olabileceği üzerinden fazlasıyla sevdim. inançlı insanların kabul etmeyeceği cesur bir film. Müzikleriyle, görüntüleriyle, oyunculuklarıyla, senaryosu ve kurgusuyla gerçek bir başyapıt.
17 Ağustos 2014 Pazar
Soy Cuba/ Ben Kübayım ( Mikhail Kalatozov)
Bir propaganda filmdir. ama öte yandan bir propaganda filmi ötesinde sinemadır Soy Cuba. Gösterime girdiği yılda amerikada gösterimi yasaklanması bu filmin aldığı en büyük ödüldür siyasi olarak. Sovyetler bi,rliği çözülene kadar da amerikan devletinin yasağını sürdürmesi ve daha sonra martin scorsese ve coppola gibi amerikalı yönetmenlerin bu filmi keşfetmesiyle birlikte amerikada gösterime girmesi onun sinemasal açıdan da dikkatlerden kaçamayacağının bir göstergesidir. bütünüyle filmlerinin tamamı kendi hegomonyasını sürdürebilmek için, yaşam tarzını, bayrağını, sermayesini propaganda yapan amerikanın bu filme propaganda filmi diyerek yasaklamasını anlamak neden mümkün olmasın. o propaganda yapacak. o egemen olacak. o alternatifsiz olduğunu söyleyecek. o, o, o...
Sovyet/ Küba ortak yapımı bu film, 4 farklı hikayeden oluşan, devrim öncesi ve devrime giden yolda kübayı anlatıyor. filmin başında bir kadın sesi, "ben kübayım," diyerek sesleniyor, ve her hikaye sonlanıp diğerine geçişte bu ses ajitatif söylemlerine devam ediyor. birinci hikayede batista yönetiminde kübasında barlarında gününü gün eden, gönlünü eğlendiren bir amerikalı zenginin, birlikte olduğu kübalı genç kızın evinden ayrıldıktan sonra gerçeğin kendisine tokat gibi çarpması ve gerçekten kaçışıyla sonlanıyor; yoksul ve perişan bir halde hayatta kalmaya çalışan kübalı çocuklar ona avuçlarını açarak para istiyor.
ikinci hikayede bir çiftçi, üçüncü hikayede kentlerdeki devrimci gençleri, ve son hikayede ise gerillayı konu ediniyor. filmin anlattığı hikayelerden daha çok bu hikayeyi anlatış tekniği onu önemli kılan. kendi zamanın ötesinde çekim teknikleriyle insanın başını döndüren bir kamera kullanımı var. daha filmin ilk sahnesinde o çatıdaki güzellik yarışmasından kameranın otelin alt katlarına inerek havuza kadar devam etmesi ve çıkmasını kesmeden sahnelenmesi bile başlı başına o dönem için heyecan verici...
bu filmden 7 sene öncesinde leylekler uçarken adlı filmiyle sovyet sinemasına bir başyapıt armağan eden kalatozov bu filmiyle herhangi bir devrimci gerçek kişiliğe, yani che ve fidele tapınma yapmadan devrimin sebepleri ve gerekliliği üzerine durarak ince bir propaganda ve unutulmaz bir sinema eseri bırakmıştır insanlığa. sinemaya ilgisi olan herkesin izlemesini tavsiye ederim, özellikle halkın evlerinin balkonlarına çıkıp çiçekler atarak son yolculuğuna uğurladığı evladının cenaze töreni sahnesi beni benden alan ve bir daha seyretmeme sebep olacak nedenlerden yalnızca bir tanesi.
Dead Poets Society/ Ölü Ozanlar Derneği (Peter Weir)
annem ne zaman bir intihar haberi duysa hemen hemen aynı tepkiyi verir: "vah vah vahh, kim bilir ne derdi vardı?" robin williams'ın ölümünü duysa, hiç tanımadığı bu adam için de üzülür ve aynı şeyi söylerdi. kim bilir ne derdi vardı? öyle ya insan kendi kendine sormadan edemiyor, milyon dolarlar kazandığın ve bir çok sevenin olduğu, evin paran karın çoluğun çocuğun yani dünyevi olarak bir çok insanın sahip olamadıklarına sahip olduğun bir dünyadan neden kendi hayatına son vererek ayrılırsın? bu soru aynı zamanda onun filmlerini seven bir insan olarak merak ettiğim bir konu, daha doğrusu bir hesap sorma diyelim. (ırak savaşı sonrası amerikan askerlerine verdiği moral ziyaretlerini şimdilik bir kenara koyuyorum. bu vahşi işgali desteklemek en büyük hatasıydı) kendi hayatı olduğu kadar bir sanatçı bir yaratıcı, bir çok insanın yüzünü gülümsetmiş, boğazını düğümlemiş, oyunculuğuna hayran kaldığımız filmlerini bize izlettiren bir adamın hayatı artık sadece kendi hayatı olmaktan çıkar, aynı zamanda tüm insanlığın bir parçası olur.
bu yazıyı onun bende bıraktığı anısı için yazıyorum, onunla ilk tanışmamız bir dönemin tek sinema dergisi olan sabah grubundan çıkan Sinema dergisiyle olmuştu. sene 99 du yanılmıyorsam. bu popüler sinema dergisinin o dönemde filmleri türkiyeye gelen aktörlerin bir sayfada sayfanın tamamını kaplayan bir profil fotoğrafı diğer tarafta da o oyuncunun hayatını özetleyen bir sayfalık kısa özgeçmişi. o dönemde yanılmıyorsam robin williams ın gösterime girecek yeni filmi what dreams may come/ aşkın gücü. sinema izleyicileri ve eleştirmenleri tarafından yerin dibine batırılan bu filmin türkiyede gösterim sebeblerinden birisi de o sene oscar ödülleri en iyi yardımcı erkek oyuncu seçilen good will hunting/ can dostum filmiyle robin williams ın oluşu.
en parlak dönemini 90 lı yıllarda yaşayan oyuncunun asıl çıkış yaptığı film ise Peter Weir'in unutulmaz filmi ölü ozanlar derneği. idealist, ilerici bir öğretmeni oynayan robin williams, klasikleşmiş ezbere öğretim yapan bir okulda, hayata ve eğitime bakış açısıyla farkını ortaya koyuyor. öğrenciler tarafından ilk önce garipsense de onun bu anlayışı daha sonrasında sahipleniliyor. seveni olduğu kadar sevmeyeni de oluyor bu öğretmenin haliyle. okul yönetimi sahiplenmiyor, kabullenemiyor bir türlü. çünkü, o yalnızca öğrencileri üniversiteye hazırlamakla yetinmeli; daha fazlasını yapmak onun görevi değil! daha ilk dersinde müfredatın verdiği şiir öğretisini kabul ettirmeyerek bütün öğrencilere kitabın o sayfalarını yırtmasını istiyor. ardından sınıf kalıbını yıkarak onları dışarıda da bir öğretim verelibeceğini hem de bunu yaparken de kendi felsefesi üzerinden "carpe diem" üzerinden ispata yöneliyor.
film öğretmenin bu ilerici eğitim anlayışını vermekle birlikte aynı zamanda öğrencilerin hayatındaki kırılma noktalarını, yeniyetmeliği, aileleriyle ilişkileri, geleceğe bakışını, ve dünyayla temasını da olabildiğine gerçekçi anlatıyor. içine kapanık bir türlü kendini dışa vuramayan çocuktan, fazlasıyla cesareti ve özgüveni olan bir diğer öğrenciye kadar. edebiyat öğretmeni onlara şöyle olmalıdır ve şöyle olacaktır demiyor, sadece düşüncelerini özgürce dışa vurduğu, olmak istediği yönde ilerlemesi ve yaşadığı anı sonuna kadar değerlendiren bir birey olmaları yönünde kapı açıyor.
dar kalıpların egemen olduğu ezberci eğitim anlayışı, onun öğrencilere araladığı kapıyı bir intihar sonrası kapatıyor...o kapıdan geçenler öğretmenin okuldan ayrılacağı günü sıraların üstüne çıkarak bir saygı, bir minnet duruşu sergiliyor.
amerikada tom hanks le birlikte yüzü gülse de mutlaka içinde hüzünü de barındıran iki oyuncudan biri olan robin williamsın belki de en iyi filmi.
10 Ağustos 2014 Pazar
Dallas Buyers Club/ Sınırsızlar Kulübü (Jean-Marc Vallée)
Ron Woodrof bir işçi. bir tesisde elektrikçi olarak çalışır. maçodur, serseridir. alkoliktir, aynı zamanda uyuşturucu da kullanılır. rodeocudur. kızgın bir boğanın üzerinde kalmak en büyük mücadelesidir, ta ki boğa onu sırtından atıp hastaneye kaldırıldığuında aids olduğunu öğrenerek hayatta kalma mücadelesi vereceği ana kadar.
30 günlük ömrü olduğu söylenen woodrof buna inanmak istemez, fakat günden güne erimekte ve ölmekte olduğunu görünce hastalığa karşı bir mücadele başlatır. bakanlığın onayladığı azt adındaki ilacı kullanmaktan başka bir yol arar ve çareyi doğal ilaçlarda bulur. yasal olmayan bu ilaçları kullanarak 30 günlük ömrü olduğu söylenen woodrof 2191 gün daha yaşar...
woodrof yalnızca kendisini kullandığı bu ilaçlarla yaşatmakla kalmaz, aynı zamanda ülkede aids hastalığına yakalanmış diğer hastalara da para karşılığında bu ilacı temin eder. üyelikle oluşturduğu bir kulüp kurar, kulüp yayıldıkça ilaç şirketlerinin ve sağlık bakanlığının tepkisini çeker. yasal olmayan bir ilaç satışına tekelci devlet engel olur...
bu film bir yandan homofobiyi öte yandan hastalığı ve diğer taraftanda sağlık sistemine karşı bir mücadele veren bir adamı alabildiğine gerçekçi bir üslupla ama duygu sömürüsüne yer vermeden, sistemin açtığı gedikten örgütlü bir hareketin var olabileceği, büyüyebileceğini hatta ve hatta kafa bile tutacağını gözler önüne seriyor. serdiği bu görüntü baştan sona samimiyetli ve olumlu. insanın ayakta ve hayatta kalma mücadelesine sermayenin ve devletin koyduğu yasalarla engel oluşuna şahit olurken, aynı zamanda çaresizliği ancak akıl ve örgütlü bir toplamla ortadan kaldırabileceğimiz mesajını göze sokmadan veriyor.
uyuşturucu kullananlar, eşcinseller, toplumun dışına itilmiş diğer insanlar. dışlanmışların hayatta kalma mücadelesinin baş rolünü ve yardımcı rollerini oynayan oyuncuların olağanüstü performansıyla sürüklediği, herkese ders olması gereken iyi bir film.
17 Mayıs 2014 Cumartesi
La Classe Operaia Va in Paradiso/ İşçi Sınıfı Cennete Gider (Elio Petri)
"Ne mutlu ki yoksullara öteki dünya onlarındır, er ya da geç bu dünya da onların olacaktır." Friedrich Engels
(Soma da öldürülen 300 ün üzerinde maden işçisinin anısına)
Lulu çalıştığı fabrikanın torna tezgahında en fazla üretim yapan işçidir. öyle ki, bütün üretimin planlaması ve seviyesi onun ürettiği üzerinden belirlenir. iş arkadaşları onun bu kadar fazla üretim yapmasına kızar, çünkü aynı üretimi patron onlardan da bekliyordur. Lulu aldırmaz, hepsiyle kavga eder, parça başı üretime geçildiğinde ise daha da fazla üretimini artırır, makineye parmağını kaptırınca işler tersine dönmeye başlar.
Elio Petri'nin filmi katolik kilisesinin komünist karşıtı propaganlarının ardından, komünistlerin yeni sloganın ismini alır: işçi sınıfı cennete gider. Komünistlerle işçileri yakınlaştırması adına yazılan bu slogan ardına yapılan bu film, hiçbir şeye aldırmaz, yalnızca aklı cinsellikte ve parada olan bir işçinin, hem de hiç sevmediği ve anlamadığı öğrenciler tarafından şartlar da olgunlaşınca öncü bir işçiye dönüşümünü anlatıyor.
yabancılaşma ve işçinin makineleşmesini ilk bölümde izleriz. Lulu makinenin hareketlerine göre hareket eder, kan ter içinde kalsa da aldırmaz, makineyle bir bütünlük arz eder, bir makine kıvamında çalışır. yanındkaki işçiler gelip onun böyle çalışmasına itiraz etse de, onları küçümser. işçiler kendi aralarında suni bölünmeler vardır, şu bölgeden o bölgeden diye, bir birlik yoktur... Özel hayatında ise Lulu karısından boşanmış, kuaför sevgilisiyle yaşamaktadır. sevgilisinin cinsel isteklerine karşılık veremez, gündüz hayvan gibi çalışıyor, geceleri ise yorgunluktan düşüyordur. kendisinin açıklamasına göre gündüz fabrikada üç defa yapabilecek düzeydedir, makina gibidir! insanı makineye benzetir, kendi iç organlarının çalışmasını dahi bir makine düzeneği şeklinde anlatır.
Her sabah fabrikanın önünde megafonlarla ajitasyon ve propaganda yapan öğrenciler, geçirdiği iş kazasından sonra daha fazla dikkatini çekmeye başlar. istemeyerek de olsa öğrencilere yakınlaşır, çünkü fabrikadaki işçi arkadaşları tarafından sevilmiyor ve artık bunun sıkıntısını çekiyor, parça başı üretim yüzünden parmağını kaybediyor ve artık parça başı üretimi kabul etmiyor fakat sendika ise bunu kabul ediyordur.
öğrenciler her nekadar işçilerin gündelik çıkarlarıyla tarihsel çıkarlarını birleştirmek konusunda ısrarlı olsalar da sendikalar bunun önüne set çekmektedir. işçi sınıfının şu an için bir devrim söz konusu değil diye uyarıp patronların istediği noktada hareket edebiliriz diye yönelimdedir. grev kaçınılmaz bir noktaya geldiğin de ve başladığında ise yalnızca öğrencilerin öncü olması yetersizdir, öncü işçiler de çıkar. Lulu sonuna kadar grev der, sendika işyeriyle anlaşıp işçiler tekrar fabrikaya dönerken Lulu bunların dışında kalır, işten atılmıştır, artık ne kadar çok üretim yaptığı değil politik kimliğidir önemli olan.
Filmin en can alıcı noktası burda başlar, işten atıldığını öğrenen Lulu, o günü fabrikanın önünde öğrencileri arar, hiçbiri yoktur! çünkü aynı günü öğrenciler üniversiteyi işgal etmiştir, derin bir yalnızlık duygusu ve ne yapacağını bilmez bir hale gelir. öğrencilerin lideriyle görüşür: işten atıldığını söyler, öğrenci lideri, bilmiyordum üniversitede işgaldeyiz ne kadar sürer der, Lulu tekrar işten atıldığını söyleyince öğrenci kızar: ne yapabilirim ben de 30 yaşındayım ve şu kadar vermem gereken ders var, her an okuldan atılabilirim ama işte burdayım diye mücadeleye devam ettiğini belirtir. Aynı siyasi politik düşünce de olsalar da ne öğrenci işçiyi ne de işçi öğrencinin yaşam kaygılarına ortak değildir, birbirlerini yeterince anlamaz. işte bu da sıkıntının gerçeğin ta kendisidir. öğrencilerle iletişim kuran ve onların yönelimleri doğrultusunda hareket eden işçilerin bir süre sonra yalnız kalıp yaşadığı sıkıntıdır. bu aynı zamanda öğrenci içinde geçerlidir, eşyanın tabiatı gereği, üretim ilişkileri içerisinden gelen bir sıkıntıdır bu. Öğrenciler Lulu'nun evinde kaldığı gece Lulu'nun tv den film izlemesini öğrencilerin yorumlayışı; yoksulluk içerisinde yaşarlar ama tv karşısında zenginleri görünce zengin olacağını sanır, fakat hayatı boyunca sefalet içinde yaşamaya devam eder, işçi sınıfının çelişkisi işte budur!
Cennet, işçi sınıfının tarih sahnesinden şimdilik geri çekilmesiyle birlikte cehennem döndü. Cehennemi sislerin arasından çıkıp gelecek, duvarın arkasındaki işçi sınıfının tarih denilen sahnede yer almasıyla birlikte cennete dönüştürecek olanların ve politik sinemanın en önemli filmlerinden biri: İşçi sınıfı cennete gider.
13 Mayıs 2014 Salı
Memento/ Akıl Defteri (Christopher Nolan)
Christopher Nolan'ın bu film noir açılış sekansı üzerinden bile sırta alınıp sokaklarda zafer şarkıları söylenebilir. sinema tarihinin en güzel açılış sahnelerinden biri; sürekli hafıza yitimine uğrayan bir adamın çektiği fotoğraflarla anımsaya bilmesini silikleşen ve tekrar netleşen bir fotoğraf karesi üzerinden ancak bu kadar güzel yansıtılabilir.
sonraki görüntüde ise yerdeki mermiyi, gözlüğü, kanı, silahı ve ceseti görüyoruz. kan çekiliyor, adamın eline silah geliyor, mermi kovanı silahı giriyor ve adam silahını patlatıyor. geriye doğru saran bu sahneden sonra film doğru yani başlangıca doğru gidiyor.
Leonard'ın karısına tecavüz edilip öldürüldüğünü, kendi hafızasını aldığını düşündüğü kişinin peşine düşer. hafızası 10 dakikakada bir silinir, hiçbir şey hatırlamaz, kendisine yardım eden kişilerin fotoğraflarını çeker, unutmaması için yapacağı işleri vücuduna dövme olarak kazır. film gerisin geriye doğru seyrederken Leonard bir otel odasında yalnız başına siyah beyaz görüntüleri araya girer. Ne düşündüğü, kendine neler yaptığını, ne olduğunu anlatır. cinayete sebep olan olaylara doğru geriye kurgu sürerken bu siyah beyaz görüntülerin olduğu otel odasındaki sahnede Leonard'ı tanırız aynı zamanda. Siyah beyaz otel odasında geçen sahne aynı zamanda da filmin başından bir önceki sahneye gidiş arasında köprüdür. Leonard bu otel odasından çıktıktan sonra Teddy'le buluşacak ve onunla gerçek üzerine konuştuktan sonra fotoğrafını çekip yalancı olarak fişleyecektir.
Leonard otel odasındaki telefonla konuşmalarından filmin sonunda daha doğrusu başında anlarız ki, hafızasını yitirmeden önceki hayatında çizdiği gerçek aslında kendi yarattığı gerçektir. gerçeği bulmak yerine kendisi yaratır ve yeni bir hafıza oluşturmaya çalışır. içinde tuttuğu, sakladığı gerçekle yüzleşmek yerine kendine göre oluşturmak istediği maziyle avunur, benimser. çünkü zaman zaman hayalini kurduğu anılar ona çok uzaktır, bir tedavisi yoktur, geriye dönüş ise imkansızdır.
filmi çok fazla açıklayıp büyüsünü bozmak istemem. onun için kurguda, anlatımda, ve kendi türünde bir başyapıttır, birden fazla izlenilmeyi hak eder Memento.
3 Mayıs 2014 Cumartesi
Breakfast on Pluto/ Plutonda Kahvaltı (Neil Jordan)
annesi tarafından bebekken kilise önüne bırakılan Patrick'i yoksul bir irlandalı aile sahiplenir. Patrick yaşı ilerledikçe çevresine uyum sağlayamaz. kız gibi giyinir, kızlar gibi düşünür. ailesinin verdiği cezalar yaşadığı çevre tarafından kabullenilmeyişi onu kaçışa zorlar ve annesini aramak üzere Londra'nın yolunu tutar.
Neil Jordan'ın bu filminde, Travesti Kitten üzerinden bir dönemin İngiltere ve İrlandasını anlatıyor. politik çalkantılara sahne olan, her irlandalının bir terörist olduğu bir dönemde, annesini ararken kendini bulan patrick'in hikayesini oldukça neşeli bir biçimde yansıtıyor. ki filmdeki bu sıcaklık başından sonuna kadar devam ediyor. Ne IRA ne, ne ingiltere emperyalizmi ne de cinsel kimlik sorunu, bunların hepsi yüzeyselleşirken canlılığını ve sevecen mizahını son saniyesine kadar hüzne ve acıya prim vermeden aktarıyor.
Başrol oyuncusu Cillian Murphy'nin olağanüstü oyunculuğu ve müzikleri ile, bir dönem filmi olsa da masalsı anlatımıyla kuşların bile konuştuğu, hiç sıkılmadan izlenebilecek 35 bölümlük çok güzel bir film.
2 Mayıs 2014 Cuma
Repulsion/ Tiksinti (Roman Polanski)
Repulsion/ Tiksinti, Polanski'nin apartman üçlemesi filminden ilki. birbiriyle bağı olmayan bu filmlerin ilkinde, bastırılmış cinselliği hastalık derecesinde takıntılarıyla Carol'un hikayesi.
Bir güzellik salonunda çalışan Carol ablasıyla birlikte kirada oturmaktadır. Ablasının evli bir adamla olan ilişkisini yadırgar ve mesafeli durur. İşyerinde ise çeşitli sorunlarla boğuşur. Kendisinden hoşlanan bir erkek vardır, ona ne kadar yanaşmaya çalışsa da araya bir mesafe koyar. Cinselliğini bastırmış tiksinti duymaktadır. Ablasının tatile gitmesi ardından yalnız kalır, ve onun cinselliğe duyduğu tiksinti giderek paranoyak şizofrenik bir hal alır.
Polanski'nin bu psikolojik gerilimi, ağır ağır karakterinin yaşadığı ve insan aklının insana yaptığı tehlikeli oyunlara davet eder izleyicisini. bir kapı gıcırdısı, musluktan damlayan su sesi, üst kattan gelen ayak sesleri, kilisenin çanları, akrep ve yelkovan sesi, kapı zili, telefon zili, her bir ses gerilim dozunu tırmandırırken karakterin yaşadığı psikolojik rahatsızlığının birebir işitsel karşılığıdır.
Görsel olarak tedirgin ediciliği siyah beyaz ışığın az kullanımının yanı sıra, çoğu zaman hiçbir şey olmasa da hareketsiz bir objeye odaklanır kamera. karakter silikleşir, alan derinliği kaybolur, ve seyredeni altından ne çıkacak acaba diye bir gerilime sürükler. Çatırdayan duvar, duvarlardaki el izleri, duvardan çıkıp Carol'u taciz eden eller, kapının altından gelen ışık, yatakta köşeye sıkışan karakter gibi boğar bizi de.
Gördüğü halisünasyon sahnelerinde ya da rüyalarında bir erkeğin tecavüzüne uğrar. Yönetmen bu karabasanda görüntüyü hızla ilerleyen saat sesleriyle verir. bir cenine benzeyen tavşan etinin günlerce dışarda kaldıktan sonra çürümesi, öte yanda günlerce dışarda kalan patateslerin yeşermesi. Catherine Denueve'in 22 yaşında şizofrenik paranoyak rolünün altından başarıyla kalktığı hatta belki de tüm zamanların en iyi kadın oyuncu performansını verdiği film, psikolojik gerilim sinemasının en önemlilerinden biri belki de.
Karakterin cinselliğe duyduğu tiksintiyi ve onun bir canavara dönüşmesini son sahnedeki aile fotoğrafına zoom yaparak verir yönetmen. genç kızın gözleri şeytani bir bakışla babasına bakmaktadır. birçok seyirci açısından, babanın ensest olmasından kaynaklı kızın cinselliğe bir tiksintisi olduğu söylenir. doğruluk payı vardır ya da yoktur bilinmez ama doğru olan şey şudur ki uzun süre etkisinden kurtulamayacağınız kadar mükemmel bir sinema örneğidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)