30 Nisan 2014 Çarşamba

The Shock Doctrine/ MICHAEL WINTERBOTTOM, MAT WHITECROSS



Naomi Klein'in Şok Doktrini: Kapitalizm Felaket Ekonomisi kitabından uyarlama bu belgesel film neo-liberalizmin tarihsel kökenini ve uygulama sonuçlarını anlatıyor. Klein'e göre "şok doktrini" adı verilen bu teori 1950 li yıllarda ortaya atılıyor. kişilere uygulanan bu şok, insanların hafızasını silerek yeni fikirlere sahip olmasına ilişkin labaratuarlarda yapılan deneylerle başlıyor. kobaylardan biri bu deneyler sonucunda günümüzde dava açıyor.

bireyin aklına tecavüz eden bu deney daha sonra cia in işkence yöntemlerinden biri oluyor. toplumsal şok ise felaketler oluyor; darbeler, savaşlar, doğal afetler vs... ekonomik anlamda teorisi ise o dönemde bir başka ekonomi profesörü tarafından ortaya atılıyor: Milton Friedman. Friedman, 1929 krizinde ortaya çıkan keynesci ekonomiye karşı herşeyin özelleştirilmesi, devletin reel ekonomide söz sahibi olmaması, ılımlı para politikalarını savunuyor. savunduğu düşünce 1973 de şili de seçimle ilk defa iktidara gelen marksistlerin general pinochet tarafından devrilmesiyle başlıyor.

Naomi Klein ortaya attığı iddia ise neo liberalizm 11 eylül 2001 den sonra hayata geçirilen yeni dünya düzeni değil, 1973 de salvador allande nin devrilip friedman düşüncelerini uygulamaya geçmesiyle başlar. friedman 1976 da ekonomi dalında nobel ödülüyle desteklenir, arjantinde peron hükümüteni darbe yapan generaller de bu amerikan profesörünün yolundan gider. ingiltere de margaret thatcher ve  amerikada ronald reagan, sovyetler birliğinde mihail gorbaçov ve boris yeltsin aynı yoldan devam eder.

Klein bu neo liberal iktisadi uygulamaların olması için toplumsal bir felaketle birlikte geldiği zaman toplumun daha çabuk kabulleneceğini söyler. örneğin savaş, doğal afetler, darbeler toplumun kabullenme sürecini başlatır. hapishanelerde işkenceler, ordunun yaptığı infazlar ve yol kenarına atılmış cesetler ise toplumu esir almanın son noktasıdır.

Shock Doctrine, neo liberal iktidarların iki yüzlülüğünü doğru noktalardan yakalamış. örneğin, thatcher ingilterede sendikaları bitirmek için her türlü hamleyi yaparken, polonyada sosyalizm karşıtı karşı devrimci sendikaları ziyaret edip övgüler yağdırıyor. neo liberalizmin sunduğu özgürlük, işsizlik, yoksulluk ve gelir adaletsizliğine eş değerdir diyor: ingiltere thatcher'dan önce ortalama bir işçi maaşının on katı olan ceo ücretleri, sonrasında 40 katına, abd de ise bu oran 100 katına çıkıyor. rusyada ise devletin binlerce fabrikası kapatılıyor. yoksulluk üçkatına çıkıyor.

sonuç olarak söylediklerine kimse itiraz edemez. çıkış yolu ne peki? başa dönersek, kişinin hafızası silinmesi deneyine katılan kobay kadın abd devletine tazminat davası açıyor ve kazanıyor. oldukça yüreklendirici, dünya üzerinde hegomonya kurmuş devlete karşı bir zafer, peki toplumsal kurtuluş? 2008 kriziyle birlikte barrack obamanın seçilmesi... sormak lazım bu yazara ve sinemacılara, (michael moore bunların başını çeken muhalif ama obamayı da destekleyen belgeselcilerden biridir,) gerçekten de obamanın geçen altı seneelik süreçte bahsettiğiniz sorunları çözdüğüne inanıyor musunuz? obama geldi ve neo liberalizm bitti mi!




The Wolf of the Wall Street/ Para Avcısı (Martin Scorsese)

Martin Scorsese'nin son filmi Jordan Belfort'un biyografisinden uyarlama zenginliği eğlenceyi ve para harcamayı ön plana alan eğlenceli bir komedi filmi. 24 yaşında wall street e adım atıp komisyoncu olarak çalışmaya başlayan belfort tam para kazanacakken borsanın çökmesiyle birlikte işinden olur. belfort'un zengin olma hayalleri suya düştü düşecekken, yeniden bir satış işi bulur. küçük bir tamirciyi büyük bir teknoloji şirketiymiş gibi göstererek hisse senedi satarak aylık 70 bin dolar civarı para kazanır. yemek yerken tanıştığı bir mobilya atölyesinde çalışan adam onun bu kazancına inanmaz, eğer ispatlarsa işi bırakacağını söyler. maaş bordrosunu gösterip ispatladığında adam işi bırakır kendileri bir araba garajında çoğunlukla torbacılardan oluşan bir ekip kurarak hisse senedi satmaya başlarlar.

Başlangıçta alt gelir grubunu kandırarak yaptıkları satıştan sonra, karısının da tavsiyesiyle zenginlere satış yaparak daha da büyürler. büyüdükçe para kazanma hırsı da büyür. seks partileri, uyuşturucu alemleri, gereksiz masraflar çoğalır. adam karısından ayrılır başka bir kadınla evlenir. amerikan ekonomi dergilerine manşet olur vs..

scorsese'nin 70 ler amerikan sinemasına damga vuran filmleri, sokağı, şiddeti, tutunamayan insanları anlatırken, son dönem filmleri ise sokaktan uzaklaşarak kısa yoldan zengin olan kişilerin çevresine odaklanıyor. büyük bütçeli filmler, yıldız isimler. son filmi şaşaalı bir yaşamın içinde, uyuşturucuyla kafayı bulup büyük paralarla oynayarak zenginleşen insanların hayatını komedi şeklinde değerlendirmiş. gerçekten de eğleniyorsunuz. yaptıkları salaklıklardan, birbirleriyle diyaloglarından, düşündüklerinden ciddi bir eğlence çıkıyor. ama o kadar. halkı dolandıran bu düzenbazın içinde bulunduğu sisteme bir eleştirisi olmamış.

bu haliyle film scorsese filmi olmaktan daha çok leonardo di caprio nun oyunculuğuyla gövde gösterisi yaptığı bir leonardo filmi olmuş. gerçektende hayran kalmamak mümkün değil ona. tarihi geçmiş hapları aldıktan sonra etkisinin bir anda başlayıp kısmi beyin felci geçirerek yerlerde sürünmesi, kafayı bulup uçağı sirke çevirdikten sonra koltuğuna bağlı bir şekilde uyandığı sahne, ya da fbi ajanlarına ihtişamını anlatıp teknesinde rüşvet teklif ettikten sonra onları kovarak elindeki para balyasını arkalarından saçtığı sahne, halası için"bu kadın bana asılıyor mu?" diye birkaç defa düşünüp uzun uzun baktığı sahnelerde gerçekten de çok fazlasıyla gülüyor ve leonardoya hayran kalıyorsunuz. 3 saatlik süresine rağmen sıkmayan, eğlenmek için güzel, leonardonun oyunculuğu harika, ama ötesi olmayan bir film the wolf othe wall street.



29 Nisan 2014 Salı

İl Gattopardo/ Leopar (Luchino Visconti)



1860 yılının Sicilyasında başlayan Leopar, dönemin bölünmüş İtalya'sının politik dönüşümüyle birlikte birleşmesini aristokrat bir sınıf üzerinden anlatıyor. merkezine aldığı soylu sınıf bu dönüşümün sancılarını çekerken aslında var olan birleşmenin dışında beklenen büyük bir devrim gerçekleşmiyor.

Visconti'nin bu filminin en büyük sıkıntısı seyircisini hikayeye ortak edememesinden kaynaklı. ele aldığı dönem hakkında bir bilginiz yoksa bütünüyle gelişmelere fransız kalıyorsunuz. fakat bu tamamiyle yüzeysel olduğu anlamına da gelmez. deşmeye çalışltığı eski ile yeninin çatışmasını ve yeni gelenin aslında beraberinde şiddetli bir dönüşüm getirmediği vurgusunu alabildiğine derinliğinde anlatıyor. örneğin soylu ailelin kadınları yaşlı erkekleri devrim karşısında dehşete kapılırken, hikayenin kahramanı olan prens salina daha öngörülü ve ehemmiyetli duruyor. devrimin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bir yandan iddia ederken, öte yandan değişimin gerisinde kalmamak için de hamlelerini yapıyor.

Oğlu kadar sevdiği Alain Delon'un yeğenini oynadığı Tancredi'yi hanedanlık ordusuna değil devrimci garibaldinin ordusuna göndermekten çekinmiyor, belediye başkanı ve zengin bir tüccarın kızıyla evlendirilmesi konusunda ailenin diğer fertleri karşı çıksa da onunla evlenmesi konusunda ısrar ediyor.

ölüm vurgusunu sıklıkla yapan visconti, prensin sürekli yaşlılık ve ölüm üzerine konuşmasını genel olarak kapanan bir döneme ve çürümüş soylu sınıfların ölümüne işaret eder aynı zamanda. onların iki yüzlü tutumu ve kibiri, halka karşı ve yeni egemen sınıfa karşıdır. Tancredi devrim sırasında giydiği kırmızı üniformaları üzerinden atıp yeni kralın verdiği üniformayı giymesini, onlar eskidendi halkın yanında savaşmak kötüydü pis kokuyorlardı zaten diye anlatır. prens salina ise kendilerinin leoparlar ve aslanlar olduğunu kendilerinin ölümünden sonra gelecek olanlar çakal ve sırtlanların yani leş yiyicilerin olacağını söyler.

Leopar çok uzun bir film. üç saatlik hikayesinde son bir saati büyük bir baloyla sonlanıyor. alain delon ve claduia cardinalein güzelliği, olağanüstü bir sinematografisi, kostüm ve mekan olarak kusursuzluğu, kısacası işçiliği mükemmel olan bir çalışma olsa da her seyredeni kendine bağlı tutacak bir yapısı yok. keşke dediğim noktada zaten visonti noktayı koymuş: benim filmim böyle!




27 Nisan 2014 Pazar

Germany:Year Zero/ Almanya: Sıfır Yılı (Roberto Rossellini, savaş üçlemesi son film)



Savaş üçlemesinin son filminde Rossellini bu sefer italyayı değil, almanyayı mekan olarak kullanıyor.1947 yılında berlin de geçen hikaye, savaş sonrasında yerle bir olmuş, tükenmiş insanların hikayesini bir çocuğun gözlerinden anlatıyor.

edmund yatalak babası, geceleri amerikan askerlerine bir kaç sigara için eşlik eden ablası ve savaş sırasında bir asker olduğu için savaş bittikten sonra insan içine çıkamayan ailesi içinde onlara bakma görevini üstlenmiş 14 yaşında bir çocuktur. ailesi için çalışma izni olmasa da çalışmak isteyen, yollara dökülen kömür ve patatesleri toplayan, hırsızlık yapan ve eşya satan bir çocuk. günün birinde eski bir öğretmeniyle karşılaşması ise onun yaşama bakış açısını ve kaderini değiştiriyor.

Rossellini  savaş bittikten sonra tükenmiş insanları anlatırken aynı zamanda ekonomik olarak da çökmüş bir ulusu gözler önüne seriyor. çocukların çalışmak istediği (çünkü hayat pahalılığı insanları açlığa sürüklemiş), hırsızlığın sıradanlaştığı, yarım kilo etin bir emeklinin üç aylık maaşına tekabül ettiği, elektrik ve su faturalarının ödenemez durumda olduğu bir almanya. çıkış yolu ise toplumsal bir kurtuluştan geçmiyor, bireysel olarak daha fazla çalışmayı öngörüyor.

Bununla birlikte faşizmin insanı bitirme noktasını bir başka açıdan da ele alıyor Rossellini. Edmund'un karşılaştığı öğretmen ona bir plak veriyor, hitlerin konuşmasını içeren bu plağı amerikan askerlerine satmasını istiyor. satması karşılığında küçük bir miktar para da veriyor. öğretmenin faşizmle bağlantısı yalnızca bununla kalmıyor, aynı zamanda edmund hasta babasını anlatınca o da, güçsüzlerin ölmesi gerektiğini uzun uza diye anlatıyor. Rossellini'nin faşizmi dışlamasını kişinin cinsel tercihleriyle de örtüştürüyor. Roma Açık ŞEhir de naziler eşcinsel bir kimlikle varken, Almanya Sıfır Yılı'nda öğretmen pedofili eğilimleri olan bir faşist olarak resmediyor. Rosselini nin bu koyu katolik bakış açısını ne olumlu ne de olumsuz yorumlayabiliriz. sonuç olarak faşizmi- savaşı birebir yaşayan bir insan anlatmak istediği öyküye katolik inancının hassas zemini üzerinde yorumlayabilir. bu da onu iyi ya da kötü yapmaktan daha çok, genel olarak insanlığa bakış açısından değerlendirilip yorumlanabilir. bu doğrultuda anlatmak istediğini verme konusunda sıkıntıya düşmediğini söyleyebilirim.

Rossellini savaş üçlemesinin son filminde alman halkını suçlayarak kolaya kaçmıyor. politik kimliğinin çizdiği yol haritası zaten buna engel. yalnızca yaşanılan acılar ve savaş sonunda insanın psikolojik, ekonomik ve toplumsal çöküntüsünü başrolünü verdiği aile ve yıkılmış şehrin sokaklarında gezdirerek anlatıyor. yeni gerçekçi sinemanın yüz akı olan bu film, diğer iki filminde olduğu gibi umutsuz karamsar bir sonla bitiyor.

(üçlemenin diğer iki filmi için yazılarım:
http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/04/roma-citta-aperta-roma-ack-sehir-savas.html
http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/04/paisa-roberto-rosselini-savas-uclemesi.html)

Paisa/ Roberto Rosselini (savaş üçlemesi ikinci film)



Savaş üçlemesinin ikinci filmi Paisa, 1943- 45 yılları arasında birbirinden farklı ve bağlı olmayan 6 hikayeyi anlatıyor. amerikan askerlerinin italyaya çıkarma yaptığı ilk öyküyle birlikte, bir önceki filmi gibi yalın ve gerçekçi üslubuyla amerikan askerinin italyana bakışıyla irdeliyor. hayatını anlatan amerikan askerini öldüren naziler yanındaki babası için yola çıkmış italyan kadını da öldürür. amerikalılar geri döndüklerinde ise ölen kızı "pis bir italyan" olarak önemsemez.

ikinci öyküdede ilk ve üçüncü öyküde olduğu gibi amerikan askeri vardır başrolünde. napoli limanında sarhoş bir amerikan askeriyle arkadaşlık kuran italyan çocuk onun uyumasından sonra botlarını çalar. sonrasında gene bir hırsızlık olayıyla karşılaşan asker çocuğu tanır, ve botlarını vermesini söyler. çocuğun yaşadığı yere gelerek botlarını almak isteyen asker buradaki sefaleti görünce botlarını almaktan vazgeçer.

üçüncü öyküde ise, romaya gelen amerikan askerlerine eğlence olan italyan kadınlarından birini anlatıyor. kadının bir barda karşılaştığı adam, altı ay öncesinde kendisine aşık olan amerikan askeridir. sarhoş olan asker ona nasıl aşık olduğunu anlatırken aşık olduğu kadının karşısındaki kadın olduğunu anlamaz. kadın adresini vererek ertesi günü onla görüşebileceğini söyler ama ne gelen olur ne giden.

Rossellinin diğer hikayeleri sırasıyla, savaş devam ederken, şehirdeki ailesinin evine ulaşmaya çalşan bir çift ve çatışma da düşmesini, sonrasındaki hikaye ise gene yönetmenin inancından kaynaklı katolik kilisesinde ki savaşa rağmen dinsel huzuru bulmuş rahipleri, ve en sonunda ise savaşa gerillayla cevap veren italyanları.

üçlemenin ikinci filmi ilki gibi savaşın getirdiği mutsuzluk, ölüm ve sefalet üzerine fellini'nin de senaryosuna katkı koyduğu önemli bir yapıt.




Roma, citta aperta/ Roma, Açık Şehir (Savaş üçlemesi birinci film Roberto Rossellini)




İtalyada ikinci dünya savaşı sonrası halkın acılarını ve baskısını hafifletmek üzere stüdyolarda çekilen "beyaz telefon" adı verilen mutluluk tablolu faşizmin desteklediği sinemaya karşı, savaşın bitip faşizmin çöküşü sonrasında, yıkıntıların ardında kalan şehirleri ve insanları anlatan "yeni gerçekçilik" akımı oluştu. Yeni Gerçekçilik (neorealism) yıkılmışlığı, tükenmişliği, işsizliği, yoksulluğu, sınıfın aynı zamanda uyanışını belgeler, ve sosyalizme yönelimi gösterir. bu akımın temsilcilerinden roberto rossellini akımın ilk filmi olarak Roma- Açık Şehir filmini çeker.

Almanlar ve İtalyanlar arasında yapılan antlaşmaya göre, roma silahsızlandırılmış dokunulmazlığı olan bir kent olarak kabul edilir, ve bu sebeple açık şehir ünvanı alır. filmde ise ismiyle ters düşen bir gerçeği anlatır. faşizme karşı direnişi.

ki bu direnişte rossellini faşistlerin hakkından gelen, olağanüstü bir kahraman yaratmak yerine, direnişi bütünüyle halkın oluşturduğu bir kahramanlığı denebilirse öne çıkarır. gestaponun peşinde olduğu direnişin liderini sahte bir kimlikle şehirden ayrılmasına imkan vermek isteyen, bir katolik rahip, kadınlar ve çocuklar çevresinde gelişir.

yeni gerçekçiliğin tüm filmlerinde olduğu gibi kadınlar ve çocuklar ön plandadır direnişte. ekmek vermeyen kapanan br fırını kamulaştıran kadınlar, nazilere bomba hediye eden çocuklar. rossellini'nin diğer yeni gerçekçilerden ayırt eden özelliği de marksizmi, katolik diniyle birleştirmek istemesidir. bu doğrultuda filmdeki rahipte direnişte komünistlerin yanında önemli bir rol oynar. rossellinin koyu katolik inancı nazilere bakış açısı onları aynı zamanda eşcinsel olarak gösterirken bununla birlikte içlerindeki insaniyeti de bir nazi subayına konuşturur: bizler üstün ırk falan değiliz, üstün insan diğer insanları öldürerek üstünlüğü kabul ettiremez!

film direnişi farklı dünya görüşlerinin büyük bir ittifakla bir araya gelmesini ve faşizme karşı mücadelesini, işkenceye çekilen komünist ile nazi subayı arasında geçen diyalogdan daha iyi anlaşılır: siz bir komünistsiniz, monarşistlerle bir araya geldiniz, kazanırsanız ne olacak peki?

Film işte aslında tüm olanlara karşı pederin sarf ettiği bir sözle özetlenebilir: onurlu bir insan için ölüm kolaydır. ama zor olan onurlu yaşamaktır... rossellinin onurlu yaşamak için mücadele veren insanları anlattığı, senaryosunu fellini ile birlikte yazdığı savaş üçlemesinin bu ilk filmi, bu başyapıtı herkesin izleyip bir ders çıkarması dileğiyle.


The Proposition/ Kanlı Teklilf ( John Hillcoat)



aykırı, kendine has bir folk üslübu olan, karizmatik şarkıcı Nick Cave'in senaryosunu yazdığı Proposition, 1800 lü yıllarda, avustralyanın bir kasabasında hamile bir kadına tecavüz edip öldürmüş olan Mike Burns'un kardeşlerinin bir baskın sonrasında yakalanması, abisini öldürmesi karşılığında küçük kardeşinin serbest bırakılması ya da noelde idam edilmesi teklifinin sonrasında gelişen olayları anlatıyor.

film yalnızca bu kişiler arasında geçen bir gerilim olmasının haricinde gözler önüne serdiği tarihsel gerçekleri de arka planda bir fon olarak kullanmış. ingiliz kolonilerinin avustralyanın yerlileri olan aborjinlere yaptığı kıyım, teslim olanları aşağılamaları ya da köle olarak kullanmaları teslim olmayanları ise öldürmeleri. medeniyet ya da getirmek istedikleri düzen var olanı kabullenmeyip ya teslim alıyor ya da yok ediyor. bunun neresi medeniyet olabilir sorusunu bize yöneltirken, sadece bununla da kalmıyor, aynı zamanda iyi- kötü kavramlarına da bir sorusu var. iyi ve kötünin kişilerden ziyade genele, insanlığın oluşturduğu bu yeni düzene meyilleniyor, kötü olan düzenin kendisiyken, karakterlerden kimin iyi ya da kimin kötü olduğunu söylemiyor. herkesin içinde bir iyilik herkesin içinde biraz kötülük var, acımasız bir katil olsa bile.

filmin genelinde olağanüstü bir sinematografi çalışması var. görüntü yönetmeni doğayı, insanı, görüntüleme kalitesi birçok western sinemasında bulunulmayacak cinsten. ayrıca nick cave in film için yaptığı müzikler de oldukça güzel. sonuç olarak western sinemasına getirdiği sorular ve bakış açısıyla önemli bir yenilik olduğunu düşünüyorum bu filmin.

Crying Game/ Ağlatan Oyun (Neil Jordan)



İngiltere ordusuna mensup bir asker, IRA tarafından kaçırılır. amaçları kaçırılan askere karşılık ingilterenin  tutukladığı bir IRA mensubuyla bu askerin iki gün içinde esir değişimi yapılmasıdır. rehin alınan siyah ingiliz askere göz kulak olması için fergus adında bir militan verilir. rehin asker fergusu görmüş, zekasıyla onu kendine bağlamıştır. önce yüzünü açtırır, ardından ona hikayesini anlatır. öldürülürse eğer, ki öldürüleceğini bilir, ingilteredeki sevgilisine göz kulak olmasını ister.

Fergus ingiliz askerlerinin operasyonundan sağ çıktığında bu askerin dileğini yerine getirmek için yola koyulur. sevgilisiyle aralarında zamanla bi işki başlar..

İrlandalı yönetmen Nel Jordan 12 sene sonra Breakfast on Pluto da yapacağı gibi, IRA süslemeli farklı cinsel kimlikle kendini var etmeye ve kabul ettirmeye çalışan bir insanın çevresinde gelişen olayları anlatıyor. Bunu yaparken ne IRA ne de İngiltere, ne de özgürlük söylemi üzerinde duruyor. yalnızca anlatmak istediği bir dram.

yönetmenin kolaya kaçtığı bu film kendisine oscar getirip daha sonraki büyük bir holivud filmi olan Vampirle Görüşme'nin yönetmenlik koltuğuna oturtması dışında bence çok fazla önem arz ettiği söylenemez. içerdiği aşk, trans'ın kendini kabul ettirme ve tutkularının bir kadına yakın olması gerçeğe yakınlaştırsa da asıl büyük sorunları es geçip, örgütü yüzeyselleştirmekten öteye gitmiyor. Her ne kadar eli yüzü düzgün bir film olsa da, geleceğe pek birşey bıraktığı söylenemez. sadece ve sadece daha sonraları defalarca kez birlikte çalışacak olan oyuncusu Stephan Rea yi görmek için seyredilebilir.

26 Nisan 2014 Cumartesi

Bad ma ra khahad bord/ Rüzgar Bizi Götürecek (Abbas Kiorastami)



İrandaki bir kırsala gelen Behzad, buradaki bir köyde ölüm döşeğinde olan bir kadının cenazesi sonrası yapılacak töreni çekmek istemektedir. fakat bunu köye belli etmeyecek, kendilerinin define avcısı olduğunu, köydeki bir hazineyi çıkarmak için geldiklerini söyleyecektir. yolda karşılaşıp aralarına aldıkları bir çocuk onlara hem bu konuda yardımcı olacak hem de köyde kalacakları yeri sağlayacaktır.

İran sinemasının minimalist yönetmeni Kiorastami, Rüzgar bizi götürecek de, gene bir köy, tabiat, insanlar, gündelik yaşam ve bolca diyalogun olduğu bir filmi bir şiirle birleştirimiş. İranlı kadın şair'in bir şiiri filme ismini veriyor, aynı zaman da filmin şiirselliğiyle bütünleşliyor. sinemayı minmize eden, karakterin geçmişiyle ilgili bir veri aktarmayan bu akım her insanın seveceği türden değil.

telefonu çekmediği için 4 defa yüksek bir tepeye çıkan, film ekibinin diğer elemanın yüzünü göstermeyen ve sadece sesini duyuran, aynı şekilde çıktığı tepede bir elektrik direği için çukur açan işçinin ve ona süt veren sevgilisinin de yüzünün görünmediği, bir çok şeyi seyirciye bıraktığı, beklenen ölümün olmadığı, zizaklı köy yolların, tersine dönen bir kaplumbağayı, doğaya aşık bir doktorun neden buraları çok fazla sevdiğini anlattığı samimi bir film.

bu yalın gerçeklik karşısında belki de tek gerçekliğe aykırı olan şey ise, köylülerin oldukça nazik oluşu. filmin başından sonuna kadar bu nezaket hiç bitmiyor. bu filme bir sıcaklık katsa da, gerçeklik duygusunu da törpülüyebilir kimi izleyen için. iran sinemasının ve minimalist sinemanın en güzel örneklerinden biri Rüzgar Bizi Götürecek her sinemaseverin aklında kalacak bir yapım.

The Sweet Herafter/ Başka Bir Dünya (Atom Egoyan)



Dünyanın en yaşanılası ülkelerinden biri olan kanada da karlar altında kalmış bir kasaba... yoksul öğrencileri eski bir otobüsle kadın şöför okuldan evlerine evlerinden okullarına götürürken kaza yapar. donmuş bir göle düşen otobüs içindeki bir çok çocukla birlikte soğuk sulara gömülür.

Atom Egoyan'nın filmi bu otobüs kazası sonrası ölen çocukların ailelerini tazminat davası açması için kasabaya gelen avukat ve ailelerin durumunu anlatıyor. birbirleriyle sıradan ilişkileri olmayan mutlaka kazayla ilgili bir bağlantıları olan, unutmaya çalışan ve acıları olan insanları.

kazadan sağ kurtulan nicole'un ensest babası, kaza olmadan önce otobüsün bakımını yapan bir adamı ve yasak ilişkisini, kazada evlatlıklarını kaybeden hippi bir çifti ve diğerleri. bununla birlikte avukatın uyuşturucu bağımlısı olan kızıyla gittikçe kötüye giden baba-kız ilişkisi.

atom egoyan'ın filmi karların örttüğü bir kasabanın, insanların üstünü örtmeye çalıştığı kirli ilişkilerini ve kazayı, bunu açığa çıkarmaya çalışan ve giderek sıkışan avukatın öyküsünü bir fareli köyün kavalcısına çeviriyor. suçluluk duygusunu örtbas etmek için yapılan tek şey ise inkar etmek, yalan söylemek oluyor.

olağanüstü bir sinematografiyle, müzikleriyle, tüm masumların öldüğü, bütün masum olmayanların ise yaşadığı ve hayatına devam ettiği yürek burkan bir hikaye Sweet Herafter.

Lock, Stock, and Two Smoking Barrels/ Ateşten Kalbe Akıldan Dumana (Guy Ritchie)



4 kafadar arkadaşın bir gece kumarda aralarındaki en yeteneklisini seçip göndererek çok büyük bir para kaldırmasını beklerken yapılan hile yüzünden borçalanrak çıkması, ve mafya babasının bir hafta içinde "ya para, ya da canınız" diyerek tehditle uğurlayıp arkasından paranın peşine düşmelerini anlatıyor lock stock and two smoking barrels.

paranın peşinde olan gençler kulak misafiri olduğu yan dairedeki soygun planlarını öğrenince soygun yapanları soyuyor. hırsızları soyarak borcunu ödemeyi düşündükleri sırada ise bir uyuşturucu baronu da olaya dahil olup olağanüstü bir eğlenceye tanıklık ediyoruz.

guy ritchie nin bu mafya komedisi sürekli el değiştiren para, antika silahlar, mafya, vs üzerine oldukça iyi bir film. tarantino filmlerinin ingiliz versiyonu da diyebiliriz. özellikle ev baskınındaki kurgu "bu gece londra gökyüznün kırmızıya boyanmasını istiyorum" gerçekten de harika olmuş.

Guy Ritchie'nin sonraki filmi  snatch kadar sevmesemde iyi bir seyirlik olduğunu düşünüyorum.


Bananas/ Woody Allen



Woody Allen'ın erken dönem filmlerinden, ikinci çektiği film Bananas, fazlasıyla sakar, kadınlar konusunda başarısız Fielding Melish'in solcu bir kızla tanışıp aşık olunca san marco adında diktatörlükle yönetilen bir orta amerika ülkesine gidip, orada diktatörün adamları tarafından öldürülecekken kendini devrimcilerin arasında bulup bir anda kazara ülke başkanı olması ve sonrasını mizahi bir tonda anlatıyor.

Allen'ın entellektüle zekasıyla, kadın erkek ilişkilerini, politikayı, amerikayı, orta amerikadaki devrimci gerillaları, dikta rejimini ve amerikan adaleti ve medyasıyla dalgasını geçtiği bu film, sulu zırtlak bir komedi olmasının dışında pek birşey vaad etmiyor. güldürmenin dışında bir amacı olmayan bu film amacını gerçekleştirmek konusunda da çok ça başarılı.

örneğin tutuklanıp mahkemeye çıkarıldığı sahneler gerçekten de görülmeye değer, kahkaha atmamanız anormal bir şey olur, mesela bir sahnede allen mahkemeyi tanımadığını çünkü juri üyelerinin arasında hiçbir homoseksüel olmadığını söylüyor, yargıç var deyince, öyle mi şu sağdaki mi deyince birinci cümledeki kahkaha biter bitmez ikincisine başlıyorsunuz, ya da ağzının ve ellerinin sandalyeye bağlandığı sahnelerde de gene aynı tepkiyi veriyorsunuz.

filmdeki bir başka süpriz ise, daha sonra rocky ve rambo serileriyle ünlenecek slyvester stallone'nin küçük bir rolü olması (trendeki serseriler, bu sahnede oldukça komiktir) iyi vakit geçirmek beklentisiz gülmek isteyenler için oldukça iyi bir woody allen komedisi.




20 Nisan 2014 Pazar

Le Couperet/ Ölümcül Çözüm (Costa Gavras)



Politik sinemanın öncülerinden Costa GAvras, 70 lerde verdiği büyük yapıtlarından sonra inişli çıkışlı bir filmografisi oldu. 2000 li yıllarda yeniden bir toparlanma dönemine Amen ile başlayıp devamı getirdiği Le Couperet, 15 yıl çalıştığı şirketten daralma ve taşınma sebebiyle işten çıkarılan bir mühendisin, 2,5 yıl süren işsizliğine ölümcül çözümünü anlatıyor.

Kapitalizmin küreselleşme adı altında dünyanın tümünü talan etme, yerleşik kültürel değerleri ortadan kaldırıp yerine tek tip biricik sermaye kültürünü- tüketimi dayattığı bir dünyada, eğitimli orta sınıfların da düzene teslim oluşunun, ev, araba, aile gibi değerlere sahip olma arzusu onun aynı zamanda ideolojik olarak geriye düştüğünün bir göstergesi.

Gavras, ideolojik olarak geriye düşen bu sınıfın nezdinde onların yaşama bakışını alaycı bir dille kara mizahın başat olduğu bir yaklaşımla anlatmış Ölümcül Çözümü (örneğin kahramanın rüya gördüğü bir sahnede, çok büyük bir makineyi ziyaretçilerine anlatırken neredeyse insan çalışmayan bu otomasyon için o meşhur "merkezine insanı koyduk" diyerek bitirmesi, uyanınca karşısında silah doğrultmuş öldüreceği mühendisi görmesi). Zira karakteri içinde bulunduğu zor durumu aşmanın tek yolunun artık rakiplerini, kendinden iyi olan rakiplerini öldürmekte buluyor. Onların aralarına girdiğinde, bu eğitimli insanların bir mağazada tezgahtar ve garson olarak çalıştığını ve artık kapitalizmin sunduğu rüyaya inanmadıklarını gösterir. çözümleri ise toplumsal bir kurtuluş görmekten ziyade, öldürmeyi, nüfuz artışını düşürmeyi olarak görürler.

film gösterime girdiğinde, liberal sinema yazarları bu filmi bir çok yönde eleştirmiş, sürekli görünen reklam panolarından sıkıldığını söylemişti. her ne kadar doğru olsa da, Costa Gavras bunu yaparken liberalizme inanların rahatsız etmesi gerektiği için yaptığını düşünüyorum. filmin sonunda ise kolaya kaçtığını ve daha şiddetli bir sonla bitirseydi sanki daha güzel olacaktı, ama bu haliyle de sinemada aykırı bir film olarak oldukça iyi.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Zero De Conduite/ Hal ve Gidişat Sıfır (Jean Vigo)



eğitimin amacı yalnız bilimsel olarak insanı eğitmek ve topluma kötülüklerden arındırılmış bir insan kazandırmak değil, asıl olan disiplin, aynı torna tezgahından çıkmış otoriteye boyun eğen tek tip insan yaratma biçimidir. dersler, ödevler, teneffüs zilleri, tek tip kıyafet, törenler, sınıfta ayağa kalkmalar, söz istemek için parmak kaldırmalar, notlar, cezalar ve öğrencinin yaşı ilerledikçe artan baskı eğitimin bir sonucu değil amaca yönelik hamleleridir.

30 una gelmeden veremden ölen fransız sinemacı Jean Vigo işte bunu anlatmak üzere çektiği Hal ve Gidişat Sıfır, yatılı bir okulda çocukların bu düzene sığmayan başkaldırısını anlatıyor. her gün aynı yemeği yemek zorunda kalan, en ufak bir sorunda disiplin cezasına çaptırılan, öğretmenlerin sıfır vermekle tehdit ettiği bir eğitim sistemine çocukların sonunda isyan bayrağını dalgalandırması...

babası da bir anarşist olan kendisi de yatılı bir okulda yetiştirilmek zorunda bırakılan Jean Vigo'nun anılarından yola çıktığı bu film 13 sene boyunca fransa devleti tarafından yasaklanmış gösterime girdikten sonra, anarşist sinemanın başyapıtı ve bir çok filme esin kaynağı olmuştur.

özellikle öğretmenlerin karikatürize edildiği, onları çocukların zekalarıyla alt ettiği, milli bir günü başlarına yıktığı, ve yatakhanede geçen tüylerin havada uçuştuğu sinema tarihinin en güzel slow motion sahneleri için seyredilmeye değer ve unutulmazlar arasında.


Zir-i Dırahtan-i Zeytun/ Zeytin Ağaçları Altında (Abbas Kiorostami, Köker üçlemesi üçüncü film)



Zeytin Ağaçları Altında, Kiorastami'nin köker üçlemesinin son filmi. ilginç bir şekilde, kendi çektiği filmi (Ve yaşam sürüyor) kurgulaştırıyor, onun da hikayesini aktarıyor. film ve yaşam sürüyor filmi için oyuncu seçmeleriyle başlıyor, yönetmen kendini tanıtıyor ve ardından köker'in insanlarına, filmin çekim aşamasına geçiliyor.

Kiorastami bu ilginç filmde, ve Yaşam Sürüyor filmindeki rolüyle depremden sonra evlenen Hüseyin in çevresine odaklanıyor. aslında tahireyi seven ama ne yaparsa yapsın sevgisini ona kabul ettiremeyen, kendisini sevmeyen Hüseyin'in bitmek bilmeyen inatlaşma yüzünden çekim tekrarları insanın yüzünde gülümse bırakıyor. cahil olan hüseyin, neden bu konuda ısrar ettiğini ise, cahiller okumuş insanlarla, zenginler fakirlerle evlenirse daha iyi bir dünya olur diye özetliyor.

Hüseyin'in bu samimi açıklması, sevdiğinin peşinden şartlar ne olursa olsun koşması, filmin umuda yönelik verdiği mesaj, zeytin ağaçlarının gölgesinde yeşeren yaşama tutkusu ve ümidi, kiorastaminin bu minimalist köy filmine sığdırdıkları.

köker üçlemesini merak edenler için son nokta. insancıl bir sinema dili, ve doğanın insan için uzattığı zeytin ağaçları..

(üçlemenin diğer iki filmi için yazım: http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/04/zendegi-va-digar-hich-ve-yasam-suruyor.html

http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/01/hane-i-dost-kocast-arkadasmn-evi-nerede.html )


18 Nisan 2014 Cuma

I'm the Angel of Death: Pusher III (Nicolas Wending Refn)



Danimarkanın karanlık sokaklarını anlatan pusher üçlemesinin ilk filmi Frank ikinci filmi Tonny üçüncü filmi ise diğer iki filmde de bu sokak satıcılarına uyuşturucu sağlayan Milo karakterini anlatıyor. Diğer filmleri izlemeye gerek olmasa da, üçlemeyi seyretmek yönetmenin anlatmak istediği hikayeye ortak olmak önemli.

Sırp asıllı Milo "torbacı" diye tabir edebileceğimiz satıcıların bir üstü. malı temin eden ve satışından pay alan. Milo kızının yirmi beşinci yaşını kutlamaya hazırlanırken, öte yandan yurtdışından eroin sipariş ettiği torbalarda haplar çıkar. bir yandan alacaklıları onu sıkıştırırken öte yandan extacsy haplarının şeker olduğu anlaşılınca iyice sıkışır. uyuşturucuyu kullanmama planları suya düşer yeniden kokaine başlar, ve birbiri ardına terslikler sonrasında herşey arapsaçına döner.

 ilk iki filmde, özellikle ilk filmde alacağı olduğundan torbacılara kök söktüren Milo karakterini oynayan Zlatko Buriç gene bu filmde oyunculuğunu konuşturmuş. bir yandan babalık duyguları ve insani duygularına ket vuramazken, öte yandan içinde bulunduğu dünya giderek onu canavarlaştırıyor. Uyuşturucu dünyasından kopmak gibi bir derdi olmayan, bunu yalnız para için yapan bu adam aynı zamanda kendini kullanıcı olarak bu beladan kurtarmak istese de gene onun içinde bulunduğu dünya kurtulmasına izin vermiyor.

Refn diğer iki filmde yaptığı gibi gösterişe kaçmadan, çıkışsızlığı yaşayan ve ne kadar içine düştüğü girdaptan çıkmak istese de daha da kötüye giden karakterine odaklanıyor, odaklandığı karakteri omuzda bir kamerayla kimi zaman kapı arkasından kimi zaman uzak bir köşede kimi zamanda tam karşısında duruyor. ilk iki filmden en büyük farkı bu filmde şiddetin dozajının daha fazla yüksek tutulması. öyle ki çekiçle öldürdüğü bir adamı ayaklarından asarak tüm iç organlarını dökerek gözlerini bile kırpmadan izleyen Milo'nun duymadığı rahatsızlığı, kokainden gelen ani yükselişlerle sert tepkiler veren adamın şokunu birebir yaşatıyor. Üç filmde olduğu gibi hikayesini anlattığı dönemle sonlandırsa da karakterine mutlu ya da mutsuz bir son biçmeden hayatın akışına ve izleyicinin kendisine bırakıyor...

Refn Danimarka sinemasının Trier ve Vintenberg den sonra gelen yeni yıldızı, her filmi merakla beklenecek iyi bir sinemacı.

(Pusher üçlemesinin diğer iki filmi için yazım: http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/04/with-bloods-on-my-hand-pusher-ii.html

http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/01/pusher.html)

17 Nisan 2014 Perşembe

With Bloods on My Hands: Pusher II (Nicolas Winding Refn)



Pusher üçlemesinin ikinci filmi ilkinde ve üçüncüsünde olduğu gibi 3 dakikalık çarpıcı bir açılış sahnesine sahip. Hapisteki Tonny'ye eski bir mahkumdan ders niteliğindeki bir hikaye: esas olan korkularına egemen olmak! ve ardından gelen jenerik.

Tonny hapisten çıktıktan sonra gene bildiği eski dünyaya, sokaklara dönüyor. araba hırsızlığıyla, uyuşturucu satışıyla hayata tutunmaya çalışıyor. Tonny Frank kadar güçsüz ve bir o kadar da akılsız. ayarladığı iki fahişeyi beceremeden gönderiyor, ilişkisi olan bir kadından istemediği halde bir çocuk sahibi oluyor.

Fehn üçlemesi ilkinde 3. filmde olduğu gibi çıkışsızlığı anlatıyor. karakter bu dünyadan kurtulmayı aklının bir an için ucundan geçirse de, onu bu dünya bunaltsa da onu bir türlü terk edemiyor, ta ki sona kadar... bu film diğer iki filmden farklı olarak biraz daha fazla insani boyutu var. duyguları olmayan ve aptalca yaşayan bir insan bile daha fazla tahammül edemediği gayri meşru bir dünya bu.

ilk film için yazdığım yazı: http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/01/pusher.html

Bronson (Nicolas Winding Refn)




Daha çocuk yaşta sınıfında öğretmenini döven, bir postahaneyi soyduktan sonra 7 yıl hapisle cezalandırılan, içerde hır gür çıkarmaktan başka bir şey yapmapayan, tahliye edilmesinden sonra da gene gücünü kullanarak para kazanan ve ardından gene hapise düşen, akıl hastanesine yatırılan, takma adı Charles Bronson olan cezaevinde 34 yıllık cezasını 30 unu tek kişilik hücrede geçiren Michael Peterson un gerçek yaşamını konu alan, şiddetin ve oyunculuğun göğe çıktığı Refn imzalı ingiltere yapımı bir film.

müziklerinden, sahne çekimlerine kadar Refn'in Pusher üçlemesinde yapmadığı bir kurgu hızı ve teatrallik var filmde. bir anlamda bu gerçek hayatı karikatürize etmiş diyebilirim. çok büyük şeyler vaad etmese de, özellikle başrol oyuncusu Tom Hardy'nin performansıyla akıllarda yer edecektir.

Tom Hardy'nin sadece sahnede joker olarak, yüzünün bir tarafı kendisi diğer tarafı boyalı bir hemşire ile akıl hastanesindeki diyalogu canlandırdığı olağanüstü performans için bile izlemeye değer... işte o sahne:


Mou Gaan Dou/ Infernal Affairs (Andrew Lau, Alan Mak)



Cehennem üç unsurdan oluşur, kesintisiz zaman, sonsuz boşluk, bitmeyen ızdırap diye özetler bu film kendini. yeryüzünü kendisi ve diğer yaşayan insanlar için cehenneme çevirmiş insanların birbirlerine karşı komplolar kurarak yasadışı işlerin ilerlemesini ve durdurulmasını sağlayan insanların hikayesi Infernal Affairs.

Bir polisiye olarak bakıldığı zaman üst düzey bir film. her anını keyifle izleyebileceğiniz mutlaka beğeneceğiniz bir yapım. Bir mafya babasının polis akademisine gençleri sokarak kendisine köstebek haline getirmesi ve krallığını devam ettirebilmesi ile bir komiserin akademiden kovulmuş bir polisi mafya arasına sokarak bu krallığı içerden bilgi sızdırarak çökertmek istemesi.

karşılıklı zeka oyunları, takipler, "iyiler-kötüler"... izlemesi son derece keyifli, daha sonra Martin
Scorsese'nin the Departed adıyla yeniden çektiği görüntü yönetmenliği ve oyuncuların döktürdüğü sağlam bir polisiye...

14 Nisan 2014 Pazartesi

Zendegi va Digar Hich/ Ve Yaşam Sürüyor (Köker üçlemesi ikinci film, Abbas Kiorastami)



Abbas Kiorastami'nin çektiği köker üçlemesinin ikinci filmi, izleyeni 1990 yılındaki iranı sarsan büyük depreme götürüyor. bir baba-oğul hikayesi olmadığı gibi, başrollerinde baba oğulun yer aldığı genel olarak en büyük felaketler karşısında bile insanoğlunun acısını gömerek hayata devam etmesini anlatıyor. bu doğrultudaki filmin öyküsünü oluşturan, Arkadaşımın Evi Nerede filmin oynayan çocuk oyuncu ahmedpur un akıbetini öğrenmek üzere köker köyüne giden baba-oğulun yol boyunca karşılaştığı deprem manzaraları...

filmin belgeselci bir gerçekçi yapısı varken, doğanın gazabına uğrayıp evleri yıkılan, ekonomik olarak çöken, yakınlarını kaybeden insanların umutla hayata devam ettiğini gösteren portrelerle dolu. öyle ki, deprem yaşanıp bitse de acısı taze olsa da, insanların dünya kupası heyecanı daha öne geçmiş, evlliliklerini aksatamayarak düğününü gerçekleştirmişlerdir. deprem bir kaos yaratsa da, insanlar dayanışmayla üstesinden gelmee çalışır. iranın kırsal kesimlerinin belini büken yoksulluk ve cehalet deprem sonrasında daha belirgin açığa çıkmıştır.

üçlemenin ikinci filminde oynayan film yönetmeni baba, üçüncü filmde de ortaya çıkacak, birinci filmdeki çocuk oyuncunun aranması yönünde ilerleyen öyküyü üçleme de bir bağlantı oluşturacak. bu doğrultuda, üç filmden bir tanesini eksik izlediğinizde üçlemeyi gerçek olarak tamamlayamadığınız gibi alacağınız keyif ve yüzünüzdeki tebessüm de eksik kalacaktır. üçlemenin bu ikinci filmi ve yaşam sürüyor, onca saçma sapan filmlerin üretildiği bir dünyada, iyimserliğin ve umudun en kötü zamanlarda bile yeşerdiğini gösteren önemli bir yapım.

(üçlemenin birinci filmi ile ilgili yazım: http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/01/hane-i-dost-kocast-arkadasmn-evi-nerede.html)

13 Nisan 2014 Pazar

Seppuku/ Harakiri (Masaki Kobayashi)


17. yy ın başlarında geçen hikaye, savaş sonrası samurayların sınıf düşmesinin ardından başından geçen hikayelerini anlatıyor. samuraylar, savaş sonrası efendisiz kalmasıyla birlikte ronin olurlar. roninler, toplumun genelinde kabul görmez, açlık ve sefaletle yüzyüze gelen roninler, son çareyi sığındıkları derebeylerinin avlusunda harakiri yapmayı görürler. içlerinden birinin harakiri yapmak istemesini hayranlıkla karşılayan bir lord samurayı himayesine alır ve çalıştırır. bu söylentinin yayılmasından sonra boşa düşen samuraylar hanedanlıkların kapısına yığılır, harakiri törenine kabul görülen bir samurayın bölf yaptığını ve yalan söylediğini asıl amacının farklı olduğunu görürler...

Masaki Kobayashi'nin filmi savaş sonrası düşen samurayların, açlığın ve yoksulluğun önüne geçmeyen onurunu bulunduğu çağ içerisinde toplumdan dışlanan bir kesimin asıl olarak yaşam mücadelesini anlatıyor. bu mücadelede hastalık ve yoksunluğa karşı bir tefeciye kılıcını satan, sadece kendi onuru zedelenmesin diye kızını bir zengine vermek istemeyen, intikamını düşmanın kalesine kadar girip, türlü oyunlarla zekasını güce kabul ettiren samurayın hikayesi oldukça etkileyici.

özellikle filmin spagetti westernlere, sergio leone'un yakın planlarına ilham verici mizansenlerine, rüzgarı kullanımına, kadrajlarına ve oyunculuklarına hayran kalmamak mümkün değil. her sinemaseverin mutlaka görmesi gereken bir film.









10 Nisan 2014 Perşembe

12 Years A Slave/ 12 Yıllık Esaret (Steve MqQuinn)



Daha önceki iki filminde (Açlık ve Utanç) karakter dramalarını başarılı bir şekilde filme aktaran steve mq quinn, bugüne kadar bir çok anglo sakson yönetmenin yönetmenin yaptığı gibi "kölelik" temasına, biyografik özelliği olan bir kitabı sinemaya uyarlıyor. başarılı bir siyahi bir müzisyenin kandırılıp kaçırıldıktan sonra bir köle pazarından satıldıktan sonra gelişen hikaye, amerikan iç savaşından hemen önceye rastlıyor.

kendisi özgür bir adamken, birden içine düştüğü durum, onun bütün dünyasını altüst eder. aşağılanma, fiziksel şiddet, yoksunluk ve sefalet. parlak günleri içinde bulunduğu durum dolayısıyla çoık uzak dururken onu ve kendi gibi köleleştirilmiş siyahları hayatta kalmak için herşeyi kanıksamaya, ve umutsuzluğu kabul ettirmeye zorlar.

öyle bir akıl dışı durumdur ki, bir köle gemiden indirilir indirilmez, sahibine koşarak ona sarılır, ve onu çok sevdiğini söyler. aşağılanma ve şiddet onlar için gündelik sıradan şeylere dönüşmüştür. nitekim solomon bir ağaca asıldığında, çiftliğin köleleri, kadınlar erkekler ve çocuklar asıldığını gördüğü halde bile gündelik yaşamına devam etmektedirler. steve mq quinn dönemin çürümüşlüğü anlatmak için resmettiği sadece bu sahne için bile kutlamak gerekir.

12 yıl boyunca solomon köle olarak hayatta kalmaya devam ederken, onları biraz yemek ve barınacak ev ile çalıştıran toprak ağaları ise kişisel olarak değişkenlik gösterir. ilk sahibi vijdanlı bir adamken, sonraki sahibi acımasız ve aynı zamanda da ırkçıdır. pamuk tarlasından verim alamadığı mevsimi bile siyahların lanetinden bilir. 200 pound altında her siyah kırbaçlanarak cezalandırılır. onlar bir mal, değersiz bir eşya, egosunu tatmin eden bir obje olmanın dışında başka bir şey değildir...

kölelik düzeni üzerine ciddi bir eleştirisi olsa da, çok büyük şeyler vaad etmeyen, yönetmenin kendisi de siyah olmasından kaynaklı, atalarına bir saygı duruşu anlamı taşıyan iyi bir film, 12 years a slave.




BURMA VJ: REPORTER I ET LUKKET LAND/ BURMA VJ: KAPALI BIR ÜLKEDEN HABERLER (ANDERS ØSTERGAARD)



Burma, Hindistan, Çin, Tayland'a komşu 40 senedir askeri diktatörlükte yönetilen kapalı (faşist) bir ülke. ülkeyi senelerdir yöneten askerlerin toplum üzerindeki baskısı inanılmaz boyutlarda. 90 lı yıllarda demokrasi ve özgürlük talebinde bulunan halk sokaklara dökülmüş, seçimler sonrasında yüzde 99 oyla gelen sivil iktidarın lideri kadın tutuklanarak ev hapsine çaptırılmış.

aradan geçen süre içerisinde toplumun üzerindeki baskı, askeri diktatörlüğün seçim oyunundan sonra iktidarını perçinlemiş durumda. 2007 yılında benzin fiyatları birden iki katına çıkarılınca yoksullaşan halk bir takım sokak eylemlerine girişse de, sivil polisler tarafından anında yakalanıp bastırılıyor. 

film, dünyaya kendini izole etmiş burmadaki, kameralarıyla sokaktan görüntü alan ve bunları dünyaya ileten bir grup özgürlükçü genç ile, 2007 yılında budist rahipler öncülüğünde ayaklanan toplumu konu alıyor. gerilla tarzında çekim yapan ve bunu gizli yollarla dünyaya ileten bu kişiler için bu ayaklanma hem görmek istedikleri hem de çekim yapmak istedikleri bulunmaz bir hint kumaşı kadar değerli. çünkü ülkede ilk defa rahipler ayaklanıyor ve toplumun geri kalanından büyük bir destek bularak askeri rejim karşıtı büyük protestolara dönüşüyor.

askeri rejim başlangıçta küçük tavizler verse de, sonrasında sokağa çıkma yasağı ve eylem yasağıyla birlikte gerçek yüzünü göstermeye başlıyor. video çekimi yapan insanların beklentisi ise bunun tersine silahlarını halka doğrultmaktan kaçınıp artık rejime karşı kullanarak bir devrime yönelmesi. fakat beklenen olmuyor. dokunulmaz olan rahipler tutuklanıyor, dövülüyor, hatta öldürülüyor. rahipler tamamen kendi canlarının derdine düşünce,sokaklarda yalnızca öğrenciler kalıyor. gençler bir süre direndikten sonra başka çareleri kalmayıp pes ediyor.

bu film teknik olarak da, tarihsel olarak, siyasal olarak oldukça önemli. zor koşullar altında çekim yapan ve her an yakalanma riski bulunup casusluk suçlamasıyla yargılanabilecek insanların cesareti, başarısız bir ayaklanmanın ve diktatörlük rejiminin acımasızlığının belgesi, son olarak da örgütsüz bir toplumun kendiliğinden ayaklanma girişiminde bunun bir zafere değil yenilgiye dönüşmesinin kaçınılmaz oluşu. 

mutlaka izlenilmesi ve ders çıkarılması gereken bir belgesel başyapıtı. 



8 Nisan 2014 Salı

Gravity/ Yerçekimi (Alfonso Cuaron)



filmi izleyenler ikiye bölünmüş durumda, ya nefret etmişler ya da çok sevmişler. nefret edenler sevmeyenler, filmin konusunun ve inandırıcılığı olmadığı doğrultusunda, haklılık pay var. sevenler ise, çaresizlik ve azim üzerine koskoca bir boşlukta çırpınan bir karakterin iyi yansıtıldığı görüşünde, bununla birlikte filmin 3d ve imax olarak seyredildiğinde keyfi daha fazla olacağı yönünde. bu görüşü de kısmen haklı buluyorum.

şahsen ben ortada kaldım. hikayenin senaryonun zaaflarını görmekle birlikte bir bilimkurgu- gerilim olarak, hiçkimseden yardım alamadan tek başına yaşam mücadelesi vermenin fantastik bir kurguyla anlatıldığı iyi bir seyirlik olduğunu düşünüyorum. görselliği (gözlerinden damlayan gözyaşının boşlukta süzülmesi gibi)  ve müziği , heyecanı ve temposunu bir an yitirmediği zaman zaman insanı diken üstünde tutan bir yönü olduğu, dünya yörüngesindeki uzay istasyonları çöplüğünden faydalanarak hayatta kalmaya çalışan ve içlerindeki en zayıf karakterin bunu başarması yönünden ilgi çekici bir film.

özellikle sandra bullock'un son dönemlerde oynadığı en iyi film. meraklısına...

(ayrıca sandra bullock için küçük bir yazım: http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2014/01/sandra-bullock.html)

7 Nisan 2014 Pazartesi

Mean Streets/ Martin Scorsese

"günahlarınızı kilisede affettiremezsiniz. sokaklarda affettirebilirsiniz. geri kalan herşey saçmadır, ve bunu herkes bilir"



Scorsese nin 1973 yapımı filmi bu sözlerle açılır ve aniden yatağında doğrulan harvey keitel, aynanın karşısına geçer, tekrar yatağına uzağında dışardan ssiren sesleri gelir.

Martin Scorsese nin filmi, yankesicilik yaparak, barlarda içerek, bir mafya babası adına haraç toplayarak hayata tutunan bir arkadaş grubunun hikayesini anlatıyor. kendilerini beladan uzak tutmaya çalışsalarda sürekli beladan kaçamayan kurtulamayan ve kavgaların içinde bulmaktan çekinmeyen sokak insanları.

yönetmenin bu çıkış filmi, dağınık bir senaryoya sahip olmasından kaynaklı odaklanamama sıkıntısı var. sürekli birşeyler olup dururken aslında pek de birşey olmaz. bu yönetmenin şahsi filmi olmasından kaynaklı olabilir. buna rağmen 2000 li yıllardaki cafcaflı filmlerinden daha güzeldir martin scorsese nin bu filmi. görselliği, (sarhoş olan harvey keitel ile birlikte kameranın ilerlemesi onla birlikte yere düşmesi, raging bull daki de nironun yumruğu yedikten sonra ringe kamerayla birlikte düşmesi) new york un arka sokaklarındaki tekinsiz geceleri ve serseri anlatması, daha sonraki kızgın boğa ve taxi driver gibi başyapıtlarının müjdeleyicisi olması açıısından önemli.

din, sokaklar, italyanlar, mafya adamları, arkadaşlık dostluk üzerine küçük bir film. genç Robert De Niro'nun oyunculuk olarak döktürdüğü, ve göründüğü her sahnede parladığı, daha sonrasında martin scorsese filmlerinde ortaklığa dönüştürdüğü, trainspotting den, pusher a, rezervuar köpeklerinden sokağı anlatan bir çok filme kadar atası olan bir kilometre taşı mean streets.

(ayrıca De Niro'nun gençlik yıllarındaki Godfather seçmeleri için: http://bertangokmen.blogspot.com.tr/2013/11/de-niro.html)