31 Ağustos 2014 Pazar
Sideways/ Alexander Payne
filmin ana karakteri Miles hayatı boyunca yazar olmak için uğraş vermiş fakat başarısız olmuştur. Son yazdığı romanı kitabevine verdikten sonra en yakın arkadaşı 1 hafta sonra evlenecek olan hiçkimsenin tanımadığı bir televizyon oyuncusu jack ile birlikte bir yolculuğa çıkmaya karar verirler. bol bol şarap içecekler ve golf oynayacaklardır. Jack in istekleriyle, milesın yaşadıkları yolculuğun planlandığı gibi geçmesini sağlamaz. tanıştıkları iki kadın hayatlarına olumlu ve olumsuz katkılar yapacaklardır.
bir tedbil-i mekan. bunda en önemli sebep ise, miles'ın iki sene önce ayrıldığı karısından kaynaklı hayatında büyük bir boşluk ve kendini başarısız hissetmesi. kronik bir depresyon halinde. jack ise evleneceğinden kaynaklı, hayat bir hafta sonra bitiyor ve bu bir haftayı dilediğim gibi geçirmeliyim düşüncesinde. ikisi de bir devri kapatmak derdinde. bunu yaparken de içtikleri şaraplar, oynayacakları oyunlar ve karşılaştıkları kadınlar ile birlikte onlarla kuracağı ilişki onlara yardım edecek.
filmin afişi az çok bize bir şeyler anlatıyor. yan yatmış boş bir şarap şişesinde ikisi. bir sıkışmışlık var her iki karakterde de. geçmişte yaşananlar yaşanacakları unutmak istercesine şarap tadımı, içimi, yapımı ve sunumu üzerine konuşuyorlar. hatta edindikleri kız arkadaşları da buna dahil oluyor.
incelikli bir işleyiş söz konusu. ve her incelikli hikayede hep aradığımız o beni nerden vuracak bu film diye beklediğiniz anda, miles ve mayanın karşılıklı şarap içerken diyalogları çarpıyor birden, miles pinotu neden sevdiğini : cabarnet gibi heryerde yetişmez. ihmal edilirse canlı kalan bir üzüm değildir. sürekli ilgi ve dikkat ister... diye açıklıyor. Maya'ya neden şarap diye sorduğunda ise eski kocasından kalma bir alışkanlık olduğunu söyleyerek devam ediyor: şarap canlıdır, içinde hayat vardır; fermante olur, değişir, gelişir ve her şişenin içinde o hayat devam eder.." diye bitirirken bakışları ve anlatım ifadesinden hayatı şarap ile özdeşleştirdiğini, yaşanan kötü deneyimlere rağmen miles gibi kırılgan olmadığını ve bir şekilde hayata devam ettiği anlıyoruz, bu söylemin ardından belki farkında olmadan belki de tamamiyle farkında olarak milesın elini tutması belki de filmin en fazla akıllarda kalan ve gelip cuk diye oturan sahnesidir.
bakış açıları ne kadar farklı olursa olsun, ortak noktaları üzerinden yanyana durmayı beceriyor her ikiside. ta ki jack in evleneceği ortaya çıkana dek... bunun sonrası ise oldukça gülünç durumlar teşkil ediyor.
o kadar çok hayattan ve içten anlar var ki, milesın sarhoş olduktan sonra cesaretini toplayıp eski karısını araması, ve evleneceğini öğrendiğini söyleyip önce hakaret ardından pişmanlık duyup özür dilemesi. telesekretere bırakılan mesajlar, güzel manzaralar, çalınan kapılar.
belki de filmin son anı daha çok akıllarda en çok kalıcı sinemasal andır. bırakılan mesajdan sonra, milesın yola çıkıp bir evin kapısını çaldığı görüntü. sonrasını hayatın akışına bırakmış yönetmen, ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz, mutlu bir sonla bitirmiyor, mutsuz da. umutla bitiyor...
Not: bu filmi izledikten sonra eğer ki şarap içiyorsanız, incelikle bir içici olmadığınızı anlayabilir, içmiyorsanız da tıpkı benim gibi içinde içme isteği doğurabilir ve bir an önce en yakın büfeye koşabilirsiniz. ben bu yazıyı yazarken, bir şişe şarabı da yanımda ihmal etmedim. olması gerektiği gibi :)
Taurus/ Boğa (Aleksandr Sokurov)
Dünyanın en büyük devrimcisi, siyaset adamı, teorisyen, filozof, marksist, dünyanın büyük bir nüfusuna çağ atlatmış, onları eşitlik-kardeşlik- özgürlükle tanıştırmış bolşevik devrimin mimarı Vladimir Ulyanof Lenin. Sanıyorum bilenler onu böyle bilecek, peki ya özel hayatında sağlık sorunlarıyla mücadele eden 1921 yılından sonraki Lenin?
rus yönetmen Aleksandr Sokurov Lenin'in sağlığının bozulmasından sonra gözlerden uzak, büyük bir kır evinde inzivaya çekildiği dönemi anlatıyor. yürümekte zorlanan, doktoruyla tartışan, hizmetlileriyle geçinemeyen fakat her daim düşünen bir adam Lenin.
Ölümü düşünüyor, ölümle ilgili düşüncelerini anlatıyor. sağlığının giderek kötüye gitmesinden ötürü intihar etmeyi düşünüyor, ki yaşamak onun için bir işkence halini almaya başlıyor. telefon yok, kendisini kendisi yapan devrimden ve partisinden uzakta çünkü. stalinle görüşmesinde ona şikayetlerini dile getirirken, partiden zehir istiyor. yaşamına son verme oluyor tek düşüncesi.
her ne kadar yaşam işkenceye dönüşmüş olsa da, unutkanlık ve felç ona hareketlerini kısıtlayıp çileli bir son dönem yaşatsa da Lenin düşünmeyi ve düşündüklerini açıkça belirtmekten geri kalmıyor... Sokurov'un filmi iki bölümden oluşuyor. Devrimci Lenin'İ değil, insan Lenin'i tanıyoruz. gel gitleri, iç hesaplaşması, umuduyla değil umutsuzluğuyla Lenin. Bu karamsarlığı anlatırken de ışığı minimize edip sanki termal bir kameradan aktarıyor görüntüleri bize yönetmen. olabildiğine karanlık, yeşil tonun hakim olduğu.
zor bir film. izlemesi zor. fakat sabırlı insanlar için büyüleyici bir deneyim. bir kere daha seyretmek isteyebileceğiniz türden.
30 Ağustos 2014 Cumartesi
Salo o le 120 Giornate di Sodoma/ Salo ya da Sodomun 120 günü (Pier Paolo Passolini)
1944 yılında italyanın kuzeyinde almanlar tarafından kurulmuş bir kukla devlet olan Solo faşist cumhuriyetinde geçen olaylar dizisinde, seçkin bir aristokrat grubunun 9 kız 9 erkek rehin alıp bir şatoya kapatırlar. bunlara katılan 4 yaşlı fahişe ile birlikte, bir yığın iğrençliği içinde barındıran kendilerini tatmin eden sadist uygulamalar gerçekleştirilir.
Passolininin filmi insanın sabrını zorlayan faşizmi sadizmle birleştiren, insanın en kaba gülünç ve tiksindirici yanlarını ortaya koyan bir film. öyle ki, yaşlı fahişe müzik eşliğinde anlattığı seks hikayelerinde aristokratlar bunları bir sanat eseri gibi dinleyip yorumlarken, bir anda esir aldıklarına salon ortasında tecavüz edebiliyor. esir aldıklarını bir yığın iğrenç deneye sokup sonunda derilerini yüzüyor, gözlerini çıkartıyor.
tahammül sınırlarını zorlayan bu filmin en tuhaf sahnesi de belki, esir aldığı bir kızın ve erkeğin evlilik töreninden sonra bok yeme sahnesidir. mideyi kaldıran bu sahnede, yiyenlerin kimi kusarken kimi de zevk alır. zevk alanlar elbette esir alınanlar değil, esir alanlardır.
çok fazla bir şey yazmaya gerek yok, oldukça kaba, gördüğüm en rahatsız edici film.
23 Ağustos 2014 Cumartesi
Man on the Moon/ Aydaki Adam (Milos Forman)
amerikada popüler medya kültürünün aykırı ismi andy kaufmanın hikayesi. bir biyografi. yönetmen milos forman aykırı kişileri anlatmayı ve bu aykırı kişilerin hayatından sağlam filmler çıkarmayı sever, mozartın hikayesi amadeus bunlardan biri.
andy kaufman bir dönem amerikan televizyonlarında boy göstermiş, ciddi izlenme oranları almış, kendine özgü bir hayran kitlesi edinmiş komedyen. sevenleri olduğu kadar nefret edenleri de olan, hayır aslında hiç komik değil diyen bir kitle de var. ki buna en doğru örnek kaufman bilinen sınırların dışına çıkıp seyircisini eğlendirmek için kendini eğlendirmek için oynuyor.
örneğin programdaki bir bölümde bütün herkesin otu çekip kafayı bulduğu bir skeçde kaufman yapıomcı ile anlaşması, ben uyuşturucu ile ilgili bir skeçde oynamam diyerek yönetmenle kavga edecek, program reklama girdikten sonra skeçin değil kavganın bir oyun olduğunu söyler. skeçin kavga bölümünden habersiz diğer oyuncular da asıl kurulmak istenen oyuna dahil olup daha gerçekçi br oyun çıkarıyorlar... bunun haricinde seyirciyle oynadığı bir çok oyun var kaufmanın, güreş oyunları gibi. kendinden başka kimin eğlendiğinin bir önemi yok. önemli olan kendisinin eğlenmesi.
bu doğrultuda tv yapımcılarıyla da ters düşüyor. onlar insanların sabırlarını ve sınırlarını zorlamayacak, herkesin alıştığı bir komedyen olması isterken kaufman ise bunun tam tersine olmasını istediğini yapmakta tereddüt etmiyor.
Jim Carrey'in bir komedyen ve güldürmek için değil, andy kaufmanı oynamak için oynadığı ve döktürdüğü bir film. sadece gülmek isteyenlerin değil, onun oyunculuğundaki farklı aşamalardan biri olduğunu görmek ve andy kaufman kişisini tanımak için birebir.
22 Ağustos 2014 Cuma
Closer/ Daha Yaklaş (Mike Nichols)
Hanif Kureishi'nin ingiltere orta sınıflarının ilişkilerini anlatan Gün boyu gece yarısı öykülerini anımsattı biraz bu film bana. kureishi, sevgiden yoksun, sevgisi bitmiş orta sınıfların soğuk ve cinselliğe dayanan, aldatmaya meyilli ya da aldatan orta sınıf insanlarının ilişkilerini anlatıyordu öykülerinde.
Nichols'un filminde ki kahramanlar da orta sınıf mensubu. bir doktor, bir yazar, bir fotoğrafçı, bir striptizci. mekan londra...
bir kaza sonrasında tanışan bir yazar ile striptizci bir kızın diyaloglarıyla başlıyor. kaza bu ilişkinin tohumunu atarken, sonraki sahnede ise yazarın yazdığı kitap için bir fotoğraf çekiminde görüyoruz. yazar fotoğrafçıyı etkilemeye çalışıyor ne kadar fotoğrafçı kadın bunun bir iş olduğunu düşünse de adamın etkisine kapılıyor, görüşme teklifini reddediyor istemeye istemeye. fotoğrafçı kadının yanından ayrılıp aşağıya indiğinde striptizci sevgilisiyle buluşuyor, fotoğraflarını çeken kadınla tanıştırmak için yukarıya çıkıyor, kız arkadaşı tuvalete gittiğinde ise adam kadına tekrar teklifini yeniliyor. kız tuvaletten dönüp adam evden çıktığında, sevgilisiyle aralarında geçen konuşmayı duyduğunu söylüyor.
Adam eğlence olsun diye internette erkek bir doktora kendini kadın olarak tanıtıp onunla seks yapmak istediğini adının anna olduğunu ve ertesi günü falanca saatte akvaryumda görüşmek üzere randevu veriyor. doktor akvaryuma gittiğinde fotoğrafçı kadınla tesadüfen karşılaşıp evleniyor.
bir sonraki karşılaşmada ise aradan aylar geçiyor.o arada neler yaşandığını göremiyoruz. karakterleri,n gündelik gerçek hayatı ve gerçek ilişkilerinden bihaberiz. zaten onların gerçek hayatlarındaki gündelik yaşantıdan öte asıl olan bu dört kişi arasındaki gelgitlere sahne olan çapraz ilişki. ki buradaki ilişkilerdeki kadınlar ve erkekler bir anda silip bitiren ve sonra "affeden" ve yeniden birbirlerine dönebilen kişiler. birbirlerini terk etmeleri aşk ve aldatmaya bağlıyken, birbirlerine yeniden dönmeleri ise tamamen psikolojik sebepler üzerinden yürüyor. fotoğrafçı kadın depresyonda ve kendine acımaya devam edebilmek için kocasına dönüyor. öte yandan erkekler ise bir güç ve intikam arasında kendini tatmin etmeye yönelik kararların altına "imza" atıyor. bu imza kimi zaman bir boşanmayı kabul eden kağıdın üzerine olurken kimi zamanda öfkesini bağırıp çağırarak atmayla sonuçlanıyor. kadınların yaşama bakışları ise bu öfke ve gücün altında teslim olmaya ya da olmamaya yönelik oluyor. kimi zaman teslim olurken kimi zaman da ardına bakmadan terk etmeye yöneliyor.
Natalie Portman'ın oyunculuğunu ve Clive Owen'ın oyunculuğunu bir kenara yazalım. natalie leon filmindeki gibi kısa saçlı bebek yüzlü sonuna kadar seven bir genç kızın hakkını fazlasıyla vermiş. owen ise oldukça kaba ve güçlü bir adamı son derece iyi oynamış. diğer iki oyuncu ise onların yanında sönük kalıyor.
ilişkiler mevzusuna kafasını fazla yoranlar için oldukça iyi bir film. dört kişinin arasında geçen film bütünü üzerinden kurgusu sağlam olmuş diyebilirim. iyi vakit geçirmek için isteyenlere de güzel bir film. fakat gerçeği, duru, toplumsal gerçeği arayanlar için de pek iyi bir seçim olmayabilir closer
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Last Temptation of Christ/ Günaha Son Çağrı (Martin Scorsese)
Vaftizci Yahya onu vaftiz ettikten sonra İsa'ya sevginin bir anlamı olmadığını, dünyanın savaşlar hastalıklar ve açlıkla can çekiştiğini, sevginin karın doyurmayacağını, öfkenin ve savaşın bu dünyayı kurtaracağı, dünyanın çürümüş bir ağaç gibi olduğunu ve artık ağacın köküne balta vurmak gerektiğini söyler. İsa ise buna yanaşmaz ama gene de tanrıyla bunu konuşması gerektiğini ve ondan sonra karar vereceğini söyleyerek çöle doğru yola çıkar. toprağa bir çember çizerek içinde beklemeye koyulur, ne olursa olsun bu çemberin dışına ne yapması gerektiğini öğrenmeden çıkmayacaktır.
önce bir yılan çıkar karşısına, ruhu olduğunu söyler. korktuğunu, dünyayı kurtarmasına gerek olmadığı, kendisini kurtarması gerektiği söyler, bir kadınla evlenip çocuk sahibi olması gerektiğini. 10 gün sonra bir aslan çıkar, aslan onun yüreği olduğunu söyler, iktidar hırsını bildiğini ve dünyayı elde edebileceğini söyler, isa bunu da inkar eder, yumruğunu göstererek çemberin içine gir de o dilini koparayım der. ardından ateş çıkar karşısına, hırsı olduğunu ve çocukluktan beri tanrı olmak istediğini tanrının oğlu yani tanrı olduğunu, yeryüzünün ölüleriyle dirilerini birlikte yönetebileceğini söyler, isa şeytanı da kovar. çemberin dışında küçük bir elma ağacı belirir, dalındaki elmaya elini uzatıp bir tane alır. dişlediğinde elmanın çürük olduğunu görür ve tükürür. omzuna yahya elini uzatır; artık ayağa kalkması gerektiğini savaş ilan ederek insanlığa kurtuluş müjdesi vermesi gerektiğini söyler. isa baltayı eline alır, ve elma ağacının köküne baltayı vurmaya başlar... havarileri günlerdir ortada görünmeyen isa hakkında farklı yorumlar yapmaya başlarken, isa karşılarında belirir, elini göğüs kafesinden içeri sokarak kalbini çıkartır, bir elinde balta, bir elinde yüreği vardır, havarilerini savaşa davet eder...
Kudüse yahudilerin tapınağına doğru yürüyüşe geçerken, körleri iyileştirir, ölüleri diriltir, cinleri kovar. tapınağa bu güçle birlikte ibadete ve tanrının yeniden egemenliğine açmak için gittiğinde içeriye giremez. olduğu yerde durur ve ölmesi gerektiğine inanır.
yaşayan en büyük amerikalı yönetmen martin scorsese nin filmi hristiyanlık ve incildeki İsa'nın farklı bir portresi olabileceği üzerinden Nikos Kazancakis'in aynı adlı romanından uyarlama. İsayı bir peygamber ve tanrının oğlu olmasının dışında bir insan olarak ele alıyor. onun çelişkileri, tutarsızlık ve kararsızlıklarını da tartışmaya açıyor diğer taraftan. başlangıçta sevgiyle insanlığın düzelebileceğini söyleyen isa, sonra fikir değiştirip savaşmak gerektiğini ve en sonunda da kurtuluşun tüm insanlık için kendisinin çarmıha gerilerek ölmesinden geçtiğini. değişim sevgiden savaşa dönerken, isa taşlanmak isteyen kadının önüne durduğunda neden sevgi olması gerektiği hususunda korktuğunu söylüyor ve devam ediyor; kendisinde onlara karşı güç kullanmak istediğini ama yapamadığı bunun yerine bir anlık ağzından sevgi çıktığını diye tarif ediyor. fakat ulaşmak istediği nokta bu olmadığını daha sonrasında görüyoruz, asıl olarak isa iktidar ve gücü istiyor, insanların çevresinde toplanmasını, biat etmesini ve kendi krallığını. bunu beceremeyeceğini anlayınca da bu sefer ölmesi gerektiğini düşünüyor. Ölecek, mesih olarak dünyaya yeniden gelecek, ve krallığında tüm insanlığa adaleti verecek.
bu gelgitlerle birlikte gördüğü hayallerle isa portresi bir şizofrene yakın duruyor. filmin hem hristiyanlar hem de müslümanlar tarafından birincil eleştirileri bu gibi görünse de asıl olarak çarmıha gerildikten sonra isanın yeniden dirilişi sonrasındaki betimlemesi inançlıların aforoz etme sebebi; isa şeytan tarafından kandırılıp insan gibi yaşamaya başlıyor, sevişiyor, çocukları oluyor, karısının birisi ölünce diğer bir kadınla evleniyor, mesih vaazlarına karşı çıkıp ben de aslında normal bir insan olmak istedim diyor!
Romanını okumadım. İncil hakkında da yeterince bilgim yok. Buna rağmen filmi bir solukta ve bildiklerimizin dışında bir İsa portresi olabileceği üzerinden fazlasıyla sevdim. inançlı insanların kabul etmeyeceği cesur bir film. Müzikleriyle, görüntüleriyle, oyunculuklarıyla, senaryosu ve kurgusuyla gerçek bir başyapıt.
Kudüse yahudilerin tapınağına doğru yürüyüşe geçerken, körleri iyileştirir, ölüleri diriltir, cinleri kovar. tapınağa bu güçle birlikte ibadete ve tanrının yeniden egemenliğine açmak için gittiğinde içeriye giremez. olduğu yerde durur ve ölmesi gerektiğine inanır.
yaşayan en büyük amerikalı yönetmen martin scorsese nin filmi hristiyanlık ve incildeki İsa'nın farklı bir portresi olabileceği üzerinden Nikos Kazancakis'in aynı adlı romanından uyarlama. İsayı bir peygamber ve tanrının oğlu olmasının dışında bir insan olarak ele alıyor. onun çelişkileri, tutarsızlık ve kararsızlıklarını da tartışmaya açıyor diğer taraftan. başlangıçta sevgiyle insanlığın düzelebileceğini söyleyen isa, sonra fikir değiştirip savaşmak gerektiğini ve en sonunda da kurtuluşun tüm insanlık için kendisinin çarmıha gerilerek ölmesinden geçtiğini. değişim sevgiden savaşa dönerken, isa taşlanmak isteyen kadının önüne durduğunda neden sevgi olması gerektiği hususunda korktuğunu söylüyor ve devam ediyor; kendisinde onlara karşı güç kullanmak istediğini ama yapamadığı bunun yerine bir anlık ağzından sevgi çıktığını diye tarif ediyor. fakat ulaşmak istediği nokta bu olmadığını daha sonrasında görüyoruz, asıl olarak isa iktidar ve gücü istiyor, insanların çevresinde toplanmasını, biat etmesini ve kendi krallığını. bunu beceremeyeceğini anlayınca da bu sefer ölmesi gerektiğini düşünüyor. Ölecek, mesih olarak dünyaya yeniden gelecek, ve krallığında tüm insanlığa adaleti verecek.
bu gelgitlerle birlikte gördüğü hayallerle isa portresi bir şizofrene yakın duruyor. filmin hem hristiyanlar hem de müslümanlar tarafından birincil eleştirileri bu gibi görünse de asıl olarak çarmıha gerildikten sonra isanın yeniden dirilişi sonrasındaki betimlemesi inançlıların aforoz etme sebebi; isa şeytan tarafından kandırılıp insan gibi yaşamaya başlıyor, sevişiyor, çocukları oluyor, karısının birisi ölünce diğer bir kadınla evleniyor, mesih vaazlarına karşı çıkıp ben de aslında normal bir insan olmak istedim diyor!
Romanını okumadım. İncil hakkında da yeterince bilgim yok. Buna rağmen filmi bir solukta ve bildiklerimizin dışında bir İsa portresi olabileceği üzerinden fazlasıyla sevdim. inançlı insanların kabul etmeyeceği cesur bir film. Müzikleriyle, görüntüleriyle, oyunculuklarıyla, senaryosu ve kurgusuyla gerçek bir başyapıt.
17 Ağustos 2014 Pazar
Soy Cuba/ Ben Kübayım ( Mikhail Kalatozov)
Bir propaganda filmdir. ama öte yandan bir propaganda filmi ötesinde sinemadır Soy Cuba. Gösterime girdiği yılda amerikada gösterimi yasaklanması bu filmin aldığı en büyük ödüldür siyasi olarak. Sovyetler bi,rliği çözülene kadar da amerikan devletinin yasağını sürdürmesi ve daha sonra martin scorsese ve coppola gibi amerikalı yönetmenlerin bu filmi keşfetmesiyle birlikte amerikada gösterime girmesi onun sinemasal açıdan da dikkatlerden kaçamayacağının bir göstergesidir. bütünüyle filmlerinin tamamı kendi hegomonyasını sürdürebilmek için, yaşam tarzını, bayrağını, sermayesini propaganda yapan amerikanın bu filme propaganda filmi diyerek yasaklamasını anlamak neden mümkün olmasın. o propaganda yapacak. o egemen olacak. o alternatifsiz olduğunu söyleyecek. o, o, o...
Sovyet/ Küba ortak yapımı bu film, 4 farklı hikayeden oluşan, devrim öncesi ve devrime giden yolda kübayı anlatıyor. filmin başında bir kadın sesi, "ben kübayım," diyerek sesleniyor, ve her hikaye sonlanıp diğerine geçişte bu ses ajitatif söylemlerine devam ediyor. birinci hikayede batista yönetiminde kübasında barlarında gününü gün eden, gönlünü eğlendiren bir amerikalı zenginin, birlikte olduğu kübalı genç kızın evinden ayrıldıktan sonra gerçeğin kendisine tokat gibi çarpması ve gerçekten kaçışıyla sonlanıyor; yoksul ve perişan bir halde hayatta kalmaya çalışan kübalı çocuklar ona avuçlarını açarak para istiyor.
ikinci hikayede bir çiftçi, üçüncü hikayede kentlerdeki devrimci gençleri, ve son hikayede ise gerillayı konu ediniyor. filmin anlattığı hikayelerden daha çok bu hikayeyi anlatış tekniği onu önemli kılan. kendi zamanın ötesinde çekim teknikleriyle insanın başını döndüren bir kamera kullanımı var. daha filmin ilk sahnesinde o çatıdaki güzellik yarışmasından kameranın otelin alt katlarına inerek havuza kadar devam etmesi ve çıkmasını kesmeden sahnelenmesi bile başlı başına o dönem için heyecan verici...
bu filmden 7 sene öncesinde leylekler uçarken adlı filmiyle sovyet sinemasına bir başyapıt armağan eden kalatozov bu filmiyle herhangi bir devrimci gerçek kişiliğe, yani che ve fidele tapınma yapmadan devrimin sebepleri ve gerekliliği üzerine durarak ince bir propaganda ve unutulmaz bir sinema eseri bırakmıştır insanlığa. sinemaya ilgisi olan herkesin izlemesini tavsiye ederim, özellikle halkın evlerinin balkonlarına çıkıp çiçekler atarak son yolculuğuna uğurladığı evladının cenaze töreni sahnesi beni benden alan ve bir daha seyretmeme sebep olacak nedenlerden yalnızca bir tanesi.
Dead Poets Society/ Ölü Ozanlar Derneği (Peter Weir)
annem ne zaman bir intihar haberi duysa hemen hemen aynı tepkiyi verir: "vah vah vahh, kim bilir ne derdi vardı?" robin williams'ın ölümünü duysa, hiç tanımadığı bu adam için de üzülür ve aynı şeyi söylerdi. kim bilir ne derdi vardı? öyle ya insan kendi kendine sormadan edemiyor, milyon dolarlar kazandığın ve bir çok sevenin olduğu, evin paran karın çoluğun çocuğun yani dünyevi olarak bir çok insanın sahip olamadıklarına sahip olduğun bir dünyadan neden kendi hayatına son vererek ayrılırsın? bu soru aynı zamanda onun filmlerini seven bir insan olarak merak ettiğim bir konu, daha doğrusu bir hesap sorma diyelim. (ırak savaşı sonrası amerikan askerlerine verdiği moral ziyaretlerini şimdilik bir kenara koyuyorum. bu vahşi işgali desteklemek en büyük hatasıydı) kendi hayatı olduğu kadar bir sanatçı bir yaratıcı, bir çok insanın yüzünü gülümsetmiş, boğazını düğümlemiş, oyunculuğuna hayran kaldığımız filmlerini bize izlettiren bir adamın hayatı artık sadece kendi hayatı olmaktan çıkar, aynı zamanda tüm insanlığın bir parçası olur.
bu yazıyı onun bende bıraktığı anısı için yazıyorum, onunla ilk tanışmamız bir dönemin tek sinema dergisi olan sabah grubundan çıkan Sinema dergisiyle olmuştu. sene 99 du yanılmıyorsam. bu popüler sinema dergisinin o dönemde filmleri türkiyeye gelen aktörlerin bir sayfada sayfanın tamamını kaplayan bir profil fotoğrafı diğer tarafta da o oyuncunun hayatını özetleyen bir sayfalık kısa özgeçmişi. o dönemde yanılmıyorsam robin williams ın gösterime girecek yeni filmi what dreams may come/ aşkın gücü. sinema izleyicileri ve eleştirmenleri tarafından yerin dibine batırılan bu filmin türkiyede gösterim sebeblerinden birisi de o sene oscar ödülleri en iyi yardımcı erkek oyuncu seçilen good will hunting/ can dostum filmiyle robin williams ın oluşu.
en parlak dönemini 90 lı yıllarda yaşayan oyuncunun asıl çıkış yaptığı film ise Peter Weir'in unutulmaz filmi ölü ozanlar derneği. idealist, ilerici bir öğretmeni oynayan robin williams, klasikleşmiş ezbere öğretim yapan bir okulda, hayata ve eğitime bakış açısıyla farkını ortaya koyuyor. öğrenciler tarafından ilk önce garipsense de onun bu anlayışı daha sonrasında sahipleniliyor. seveni olduğu kadar sevmeyeni de oluyor bu öğretmenin haliyle. okul yönetimi sahiplenmiyor, kabullenemiyor bir türlü. çünkü, o yalnızca öğrencileri üniversiteye hazırlamakla yetinmeli; daha fazlasını yapmak onun görevi değil! daha ilk dersinde müfredatın verdiği şiir öğretisini kabul ettirmeyerek bütün öğrencilere kitabın o sayfalarını yırtmasını istiyor. ardından sınıf kalıbını yıkarak onları dışarıda da bir öğretim verelibeceğini hem de bunu yaparken de kendi felsefesi üzerinden "carpe diem" üzerinden ispata yöneliyor.
film öğretmenin bu ilerici eğitim anlayışını vermekle birlikte aynı zamanda öğrencilerin hayatındaki kırılma noktalarını, yeniyetmeliği, aileleriyle ilişkileri, geleceğe bakışını, ve dünyayla temasını da olabildiğine gerçekçi anlatıyor. içine kapanık bir türlü kendini dışa vuramayan çocuktan, fazlasıyla cesareti ve özgüveni olan bir diğer öğrenciye kadar. edebiyat öğretmeni onlara şöyle olmalıdır ve şöyle olacaktır demiyor, sadece düşüncelerini özgürce dışa vurduğu, olmak istediği yönde ilerlemesi ve yaşadığı anı sonuna kadar değerlendiren bir birey olmaları yönünde kapı açıyor.
dar kalıpların egemen olduğu ezberci eğitim anlayışı, onun öğrencilere araladığı kapıyı bir intihar sonrası kapatıyor...o kapıdan geçenler öğretmenin okuldan ayrılacağı günü sıraların üstüne çıkarak bir saygı, bir minnet duruşu sergiliyor.
amerikada tom hanks le birlikte yüzü gülse de mutlaka içinde hüzünü de barındıran iki oyuncudan biri olan robin williamsın belki de en iyi filmi.
10 Ağustos 2014 Pazar
Dallas Buyers Club/ Sınırsızlar Kulübü (Jean-Marc Vallée)
Ron Woodrof bir işçi. bir tesisde elektrikçi olarak çalışır. maçodur, serseridir. alkoliktir, aynı zamanda uyuşturucu da kullanılır. rodeocudur. kızgın bir boğanın üzerinde kalmak en büyük mücadelesidir, ta ki boğa onu sırtından atıp hastaneye kaldırıldığuında aids olduğunu öğrenerek hayatta kalma mücadelesi vereceği ana kadar.
30 günlük ömrü olduğu söylenen woodrof buna inanmak istemez, fakat günden güne erimekte ve ölmekte olduğunu görünce hastalığa karşı bir mücadele başlatır. bakanlığın onayladığı azt adındaki ilacı kullanmaktan başka bir yol arar ve çareyi doğal ilaçlarda bulur. yasal olmayan bu ilaçları kullanarak 30 günlük ömrü olduğu söylenen woodrof 2191 gün daha yaşar...
woodrof yalnızca kendisini kullandığı bu ilaçlarla yaşatmakla kalmaz, aynı zamanda ülkede aids hastalığına yakalanmış diğer hastalara da para karşılığında bu ilacı temin eder. üyelikle oluşturduğu bir kulüp kurar, kulüp yayıldıkça ilaç şirketlerinin ve sağlık bakanlığının tepkisini çeker. yasal olmayan bir ilaç satışına tekelci devlet engel olur...
bu film bir yandan homofobiyi öte yandan hastalığı ve diğer taraftanda sağlık sistemine karşı bir mücadele veren bir adamı alabildiğine gerçekçi bir üslupla ama duygu sömürüsüne yer vermeden, sistemin açtığı gedikten örgütlü bir hareketin var olabileceği, büyüyebileceğini hatta ve hatta kafa bile tutacağını gözler önüne seriyor. serdiği bu görüntü baştan sona samimiyetli ve olumlu. insanın ayakta ve hayatta kalma mücadelesine sermayenin ve devletin koyduğu yasalarla engel oluşuna şahit olurken, aynı zamanda çaresizliği ancak akıl ve örgütlü bir toplamla ortadan kaldırabileceğimiz mesajını göze sokmadan veriyor.
uyuşturucu kullananlar, eşcinseller, toplumun dışına itilmiş diğer insanlar. dışlanmışların hayatta kalma mücadelesinin baş rolünü ve yardımcı rollerini oynayan oyuncuların olağanüstü performansıyla sürüklediği, herkese ders olması gereken iyi bir film.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)