İranlı sinemacı Abbas Kiorastami'nin İran büyük depremi öncesi ve sonrası dönemini anlattığı deprem, bir başka adıyla köker köyünde geçtiği için tüm hikayeleri, köker üçlemesinin ilk filmi Arkadaşımın Evi Nerede (diğer filmleri Ve yaşam Sürüyor, Zeytin Ağaçları Altında) 8 yaşında bir ilkokul öğrencisinin sıra arkadaşının yanlışlıkla defterini almasını, ve sonrasında ona defterini ulaştırmak için verdiği çabayı anlatır.
İslam devrimi sonrasında ortaya çıkan bütün iranlı yönetmenler gibi Kiorastami de çocuklar üzerinden bir toplumu anlatır. onun sinema anlayışında yalın ve sade bir gerçeklik vardır. İzleyicinin gözüne sokmaz, kalın çizgilerle anlatmak istediğinin altını çizmez, belli bir sonuca yönelmez. Kiorastami hayatın içerisinden bir kesit alır, izlenimci bir üslup seyirciye aktarır.
Ahmet arkadaşının defterini aldığının farkına vardığında annesinden izin ister, defteri ona götürmesi lazımdır yoksa arkadaşı ertesi gün ceza alacaktır. Annesi ise izin vermez, ödevini yap ve sonra ekmek almaya git der. Çocuğun gözünden bu dünyada, kadın ev işlerini yaparken çocuk umursanmayan yapılması gerekenleri yapılması için emir alan ve annesiyle bir duygu bağı kuramayan bir varlıktır. Annesi çocuğunu anlamaz, ödevini yapmasını isterken beri yandan kendi işlerini de yapmasını ister, çocuğu salla, leğeni getir, şunu yap bunu yap diye devam eder. Ahmet bir yolunu bulup kaçtığında ise Kiorastami onunla birlikte bu yoksul iran insanları arasında geizntiye çıkarır seyirciyi.
Eğri büğrü doğru düzgün kapısı penceresi olmayan taş ya da kerpiçten evler, daracık sokaklar, kendisini dinelemeyen günlük hayatın ve geçimin telaşına düşmüş insanlar... Ahmet'in gittiği köyde kendi köyünden farksızdır, oradaki evler ve insanlar hatta çocuklar da aynıdır, bir tek onu anlayan yaşıtları çocuklardır onların da yardımı ancak bir yere kadar olabilir: çünkü onlar da okuldan sonra ailelerine yardım için çalışmaktadır.
Sonunda akşam olup hava karardığında yaşlı bir adam onun evini bildiğini söyler, onunla birlikte yürürler, birlikte yürürlerken yaşlı adam eskiyle yeniyi karşılaştırır hep, eskiden evlerin kapı pencerelerini kendisini yaptığını şimdi ise artık bu kapıların yerini demir kapılar aldığını, köyden şehire giden insanları vs.. Ahmet ise acelesi olduğunu ve bir an önce gideceği yere götürmesi gerektiğini söyler...
Filmin en çarpıcı sahnelerden biri de yaşlı adamın evine girdiği andır, ayakkabılarını ağır ağır çıkardığında topukları yırtık çoraplarıyla ağır ağır merdivenlerden çıkar. Yalnızlık ve yoksulluk ne kadar çok olsa da İran insanında sevgi onları ayakta tutan, yaşama devam etmesini sağlayan tek sebeptir...
Sevgi, arkadaşlık, fedakarlık konularını irdeleyen bu film, Minimalist sinema için, İran sineması ve halkını tanımak için önemli bir durak.
13 Ocak 2014 Pazartesi
12 Ocak 2014 Pazar
To the Wonder
70 lerde iki film çekip o dönem bütün sinemaseverlerin beğenisini kazandıktan sonra 20 sene sinema yapmayan Terrence Malick mükemmel savaş filmi İnce Kırmızı Hat ile sinemaya geri dönmüştü. Tekrar eski günlerine geri dönüş sinyali ardından onun altında kalan ama kötü de olmayan iki film daha yaptı: Yeni Dünya; Cennetin Keşfi ve sonrasında gelen Hayat Ağacı. 1 yıl sonrasında ise to the Wonder geldi.
Gelmesi aslında pek hayırlı olmadı gibi. Lirik sinemasında en zayıf halkası olarak gördüğüm film, gene diğer filmleri gibi görselliği harika olmakla birlikte, zayıf senaryosu, gerçekçi olmayan karakterleri dağınık bir film görüntüsü veriyor.
Ana teması aşk ve sevgi olan bu filmin, yerine oturmayan taşlarından dolayı ayakları havada asılı kalan bir yapısı var. daha önce bir evlilik yapmış ve ayrılmış, sonra yeniden birisiyle birlikte olmaya başlayan ve neden aşık olduğunu bir türlü anlayamadığımız bir adam, ve adamı terkedip amerikaya gitmesiyle, gene bu az konuşan neredeyse silik bir görüntü veren erkek karakterin bir başkasıyla birlikte olup sonra onu da bırakıp tekrar eski sevgilisine dönmesini anlatan vasat bir hikayeye sahip.
Olga Kurylenko'nun sempatisi, neredeyse birbirini tekrar eden kır, ev görüntüleri, yatakların üzerinde çayırda çimende hoplayıp zıplaması, boş odada kendi etrafında dönüp durması belli bir noktadan sonra ne kadar da güzel görüntüler de olsa gına getiriyor.
Ben Affleck'in oynadığı karakter ise bir kaç defa iç monolog ve diyalog haricinde hayaletimsi bir silüet gibi dolaşıp duruyor film boyunca. Olmamış. Bu haliyle film bir instagram filmi olmaktan öte değil. Tümüyle beklentilerin altında kalan bir hayal kırıklığı, gereksizlik.
Gelmesi aslında pek hayırlı olmadı gibi. Lirik sinemasında en zayıf halkası olarak gördüğüm film, gene diğer filmleri gibi görselliği harika olmakla birlikte, zayıf senaryosu, gerçekçi olmayan karakterleri dağınık bir film görüntüsü veriyor.
Ana teması aşk ve sevgi olan bu filmin, yerine oturmayan taşlarından dolayı ayakları havada asılı kalan bir yapısı var. daha önce bir evlilik yapmış ve ayrılmış, sonra yeniden birisiyle birlikte olmaya başlayan ve neden aşık olduğunu bir türlü anlayamadığımız bir adam, ve adamı terkedip amerikaya gitmesiyle, gene bu az konuşan neredeyse silik bir görüntü veren erkek karakterin bir başkasıyla birlikte olup sonra onu da bırakıp tekrar eski sevgilisine dönmesini anlatan vasat bir hikayeye sahip.
Olga Kurylenko'nun sempatisi, neredeyse birbirini tekrar eden kır, ev görüntüleri, yatakların üzerinde çayırda çimende hoplayıp zıplaması, boş odada kendi etrafında dönüp durması belli bir noktadan sonra ne kadar da güzel görüntüler de olsa gına getiriyor.
Ben Affleck'in oynadığı karakter ise bir kaç defa iç monolog ve diyalog haricinde hayaletimsi bir silüet gibi dolaşıp duruyor film boyunca. Olmamış. Bu haliyle film bir instagram filmi olmaktan öte değil. Tümüyle beklentilerin altında kalan bir hayal kırıklığı, gereksizlik.
11 Ocak 2014 Cumartesi
ET DIEU... CRÉA LA FEMME/ Ve Tanrı Kadını Yarattı
Kendisinden önceki filmlerde kadın rolleri genelde iki tip olarak sıralanabilir, femmel fatale diyebileceğimiz öldürücü mahvedici bir kimlikle kadın, diğeri ise korunan himaye altına alınan kadındır. Ve tanrı kadını yarattı da ise bu iki tip kadını alaşağı etmiş, özgür, ama asla öldüren ve ölümlere sebep olan değil, içinde bulunduğu toplumsal koşullara aykırı bir kadın olarak resmeder.
yönetmen roger vadim ve onun eşssiz güzellikteki oyuncusu Brigette Bardot bunu ilk başarabilen o dönem içerisinde tabuları yıkan ilk sanatçılarıdır. BArdot'un oynadığı Juliette karakteri yetimhanede yetişmiş bir aile tarafından sahiplenilmiş, fakat aşırı tavırlarından ötürü tekrar yetimhaneye gönderilecekken onunla evlenen Michel in hikayesini anlatır. Sokaklarda yalın ayak gezen, dansı ve eğlenmeyi seven, bir aile yemeğinde bile kendine has özelliklerive aykırılığını belli eden Juliette, hayat konusunda hiçbir ihtirası olmayan ve görece diğer erkeklerden daha güçsüz olan ama kendisini seven Michel'i mutlu etmektir amacı. Onun kabına sığmaz kişiliği, ilk aşkı Antoine dönmesiyle birlikte eski alışkanlıkları depreşir, sıradan kadın olmaktansa yeniden eski özgür kadın kimliğine döner.
Juliette'in toplum tarafından kabullenilemeyen tutumu, kendisini seven Michel'in abisiyle birlikte olmasıyla katlanılmaz bir hal alır. artık ailesi de onu istemiyordur...
yönetmen Roger Vadim'in filmi Juliette'in başedilmez cinsel cazibesini ve yıkılmayan bir kadın oluşunu resmettiği iki sahneyle bile sadece unutulmazların arasına girer: Juliette'in plajda sırılsıklam üstüyle ayağa kalkıp yarı baygın Antonie'nin yüzüne çıplak ayakla basarak "hadi kalk ayağa" deyip sonra sereserpe uzandığı sahne ve filmin sonunda Michel'den yediği tokatlar sonrasında bile ayakta kalıp ifadesiz bakışları...
fransız yeni dalga sinemasına öncülük etmiş önemli bir yapıt. daha uzun uzun tahliller yapmaya gerek yok, bence sinemasever herkesin mutlaka görmesi gereken bir yapıt.
World War Z
George A. Romero'nun night of the living dead/ yaşayan ölülerin gecesi filminden danny boyle'un 28 days later/28 gün sonra sına kadar bir çok zombi filmi yapıldı. bunların içerisinde ve sonrasında diyebilirim ki en kötüsü world war z.
bir film ancak bu kadar klişe, bu kadar kötü bir senaryo ve mantık hatasıyla dolu olabilir. öyle ki cüneyt arkın ın o kadar hançer kılıç darbesi hançer yediği ve ölmediği filmleri bile mumla aratacak cinsten. bir örnek vermek gerekirse, brad pitt abimizin uçağın arkasına el bombası atması, sonra o uçağın düşüp paramparça olması, karnına saplanıp arkasından çıkan sivri bir metalle dünya sağlık örgütüne 3 km yol yürümesi ve ameliyat olduktan üç gün sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi gene zombilerle kaçıp kovalamaca oynaması... beni epey güldürdü.
beni güldüren sahnelerden biride, brad pitt gemideyken bir komutanın yanına gelip, işte sen zamanında şurda görev yaptın burda böyle yaptın diyerek dünyayı kurtarabilecek kişinin yalnız kendisi olabileceğini anlatması ciddi ciddi komikti.
bunun gibi onlarca klişenin yanısıra, bilinen üzere zombiler yavaş hareket eden varlıklardır örneğin, fakat bu filmde hernedense hepsi yüz metre engelli koşucusu gibi koşuyor. bu da zombi külliyatının içine eden nedenlerden biri, ne kadar türe yenilik getirdiği düşünülse de.
son olarak da brad pitt, bu adamın filmografisinde o kadar iyi filmler var ki, hepsini ayrı bir zevkle seyredersiniz, hepsi kalbur üstü filmlerdendir. fakat bu filmi neden kabul ettiğini bir türlü anlayamadım. belki de filmografisindeki en zayıf halkasını kabul etmesinimn sebebi o dönem içerisinde yeterince iyi bir proje alamadığındandır.
hayatımda seyrettiğim belki de en kötü holivud filmlerinden biridir. ben ettim siz etmeyin, uzak durun!
bir film ancak bu kadar klişe, bu kadar kötü bir senaryo ve mantık hatasıyla dolu olabilir. öyle ki cüneyt arkın ın o kadar hançer kılıç darbesi hançer yediği ve ölmediği filmleri bile mumla aratacak cinsten. bir örnek vermek gerekirse, brad pitt abimizin uçağın arkasına el bombası atması, sonra o uçağın düşüp paramparça olması, karnına saplanıp arkasından çıkan sivri bir metalle dünya sağlık örgütüne 3 km yol yürümesi ve ameliyat olduktan üç gün sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi gene zombilerle kaçıp kovalamaca oynaması... beni epey güldürdü.
beni güldüren sahnelerden biride, brad pitt gemideyken bir komutanın yanına gelip, işte sen zamanında şurda görev yaptın burda böyle yaptın diyerek dünyayı kurtarabilecek kişinin yalnız kendisi olabileceğini anlatması ciddi ciddi komikti.
bunun gibi onlarca klişenin yanısıra, bilinen üzere zombiler yavaş hareket eden varlıklardır örneğin, fakat bu filmde hernedense hepsi yüz metre engelli koşucusu gibi koşuyor. bu da zombi külliyatının içine eden nedenlerden biri, ne kadar türe yenilik getirdiği düşünülse de.
son olarak da brad pitt, bu adamın filmografisinde o kadar iyi filmler var ki, hepsini ayrı bir zevkle seyredersiniz, hepsi kalbur üstü filmlerdendir. fakat bu filmi neden kabul ettiğini bir türlü anlayamadım. belki de filmografisindeki en zayıf halkasını kabul etmesinimn sebebi o dönem içerisinde yeterince iyi bir proje alamadığındandır.
hayatımda seyrettiğim belki de en kötü holivud filmlerinden biridir. ben ettim siz etmeyin, uzak durun!
9 Ocak 2014 Perşembe
Cemal Süreya: Tanrıya yaşadığı hayat için bahşiş veren şair
Onu kelimelerle anmak yetersiz, onu ancak bir şiiriyle anmak belki de en doğrusudur:
Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz
Gökyüzünün o meşhur maviliğinde
Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla
Bir akdeniz şehri çıkabilir içinde
Alıp yaracak olsa yüreğini
Şimdi bir güvercinin
Şimdi sen tam çağındasın yanına varılacak
Önünde durulacak tam elinden tutulacak
Hangi bir elinden güzelim hangi bir
Bir elinde kızlığın duruyor garip huysuz
Öbür elinde yetişkin bir günışığı
Daha öbür elinde de kilometrelerce hürlük
Çalışan insanlar için akşamlara kadar
Toz duman içinde
Bir elinde de boyuna ekmek kesiyorsun
Biz eskiden de en aşağı böyleydik senlen
Bir bulut geçiyorsa onu görürdük
Bir minarenin keyfine diyecek yoksa onu
Bir adam boyuna yoksulluk ediyorsa onu
Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına
Bir cıgara atmışsak denize
Sabaha kadar yandı durdu
Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz
Gökyüzünün o meşhur maviliğinde
Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla
Bir akdeniz şehri çıkabilir içinde
Alıp yaracak olsa yüreğini
Şimdi bir güvercinin
Şimdi sen tam çağındasın yanına varılacak
Önünde durulacak tam elinden tutulacak
Hangi bir elinden güzelim hangi bir
Bir elinde kızlığın duruyor garip huysuz
Öbür elinde yetişkin bir günışığı
Daha öbür elinde de kilometrelerce hürlük
Çalışan insanlar için akşamlara kadar
Toz duman içinde
Bir elinde de boyuna ekmek kesiyorsun
Biz eskiden de en aşağı böyleydik senlen
Bir bulut geçiyorsa onu görürdük
Bir minarenin keyfine diyecek yoksa onu
Bir adam boyuna yoksulluk ediyorsa onu
Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına
Bir cıgara atmışsak denize
Sabaha kadar yandı durdu
6 Ocak 2014 Pazartesi
My Architect: A sons Journey (soundtrack by Joseph Vitarelli)
Bazı filmlerin müzikleri filmi sevdirmekle kalmaz, aynı zamanda yalnız başına da saatlerce dinlenir. Mimar Babam: Bir Oğulun Yolculuğu filminin müzikleri işte tam da böyledir.
5 Ocak 2014 Pazar
Pusher (Nicolas Winding Refn)
bazı filmler vardır, hikayenin içerisine sizi öyle bir çeker ki, o içindeki baş kahramanın yaşadıklarının, hissettiklerinin benzerini size verir. Pusher bu türden bir film. bir uyuşturucu satıcısının yaşamını allayıp pullamadan, sokaktaki hayatını, özel hayatını alabildiğince gerçekçi bir üslupla anlatıyor.
Frank bir kahverengi eroin satışında polis tarafından enselenir. fakat malı kimden aldığını asla söylemez ve suçunu itiraf etmez. yakalanmadan önce malı suya atar. ne para vardır elinde ne de malı. gözaltında serbest bırakıldıktan sonra en yakın arkadaşını kendisi aleyhinde ifade verdiği için onu barın içinde döver ve ilişkisini keser. yalnız kalmıştır. satışını yapamadığı asıl tacire borcu katlanmıştır. onlar onu sıkıştırdıkça çıkış yolu için zaman daraldıkça gerilimi kasveti ve boğuculuğu filmin daha da artar.
Frank'i ne sevebiliyor ne de nefret edebiliyorsunuz; seyirciyle arasına kurduğu mesafe sevgilisiyle ya da annesiyle arasındaki mesafe kadar. fakat birebir yaşadıklarına şahit oldukça bir an önce bitmesini ve sonlanmasını istediğiniz bir noktaya doğru gidiyor. herşey tam çözüldü derken yeniden bir sorun yumağı beliriyor ve gerilim daha da artıyor.
Danimarkanın ilk suç filmi olarak kabul edilen Pusher bir üçlemenin ilk filmi. iyi bir sinema seyircisinin memnuniyetsiz olarak filmi bitireceğini düşünmüyorum.
Frank bir kahverengi eroin satışında polis tarafından enselenir. fakat malı kimden aldığını asla söylemez ve suçunu itiraf etmez. yakalanmadan önce malı suya atar. ne para vardır elinde ne de malı. gözaltında serbest bırakıldıktan sonra en yakın arkadaşını kendisi aleyhinde ifade verdiği için onu barın içinde döver ve ilişkisini keser. yalnız kalmıştır. satışını yapamadığı asıl tacire borcu katlanmıştır. onlar onu sıkıştırdıkça çıkış yolu için zaman daraldıkça gerilimi kasveti ve boğuculuğu filmin daha da artar.
Frank'i ne sevebiliyor ne de nefret edebiliyorsunuz; seyirciyle arasına kurduğu mesafe sevgilisiyle ya da annesiyle arasındaki mesafe kadar. fakat birebir yaşadıklarına şahit oldukça bir an önce bitmesini ve sonlanmasını istediğiniz bir noktaya doğru gidiyor. herşey tam çözüldü derken yeniden bir sorun yumağı beliriyor ve gerilim daha da artıyor.
Danimarkanın ilk suç filmi olarak kabul edilen Pusher bir üçlemenin ilk filmi. iyi bir sinema seyircisinin memnuniyetsiz olarak filmi bitireceğini düşünmüyorum.
Prometheus: ateşi çalamamak!
İnsanlar dünyada hastalık ve açlıktan kırılırken sadece Olimpos'un tepesinde ateş yanmaktadır. Ateş yalnızca tanrılarındır ve insanlar buna ulaşamaz. Prometheus ise artık buna dayanamaz ve bir gece ateşi çalıp insanlara verir. Tanrıların gazabı Prometheus için çok acı olur.
Adını bu mitten alan ve içinde dinsel inanışlara, yaratılışa, evrene ve insanlığa ilişkin sorularla yola çıkan Prometheus filmi, aradığı soruları cevaplarken yalnızca dinsel yaratılış esasında ve yüzeysel olarak cevaplandırıp (haç göndermeleri ve karakterlerin baskın inanışları) cevabını veremeyeceği bir sonraki soruya yönelerek asıl olarak tüm holivud oyalamalarından birini doğru düzgün başarıyor ama cevap arayanları tatminsiz bırakarak bitiyor.
gemi mürettebatı ölümsüzlüğü ararken (onlara bu hedefe yönlendiren ölmeye yakın olan patronları) insanı yaratmış olduklarını düşündüğü gezegende ölümle tanışmaları filmin belki de en orjinal tarafı. geri kalan senaryodaki herşey bir klişeden olmaktan öte geçemiyor. robotun insana ihanet etmesi, onu tuzağa düşürmesi, gemi kaptanının cesareti, ölümsüzlüğü arayan çılgın bir zengin vs...
yönetmen Ridley Scott görsel olarak izleyeni doyuran yapısı haricinde başka bir numarası olmayan, tipik bir holivud bilimkurgusu olmanın ötesine geçemeyen senaryosunun Ridley Scott'un elinde daha öte bir film olamayacağının kanıtı için yönetmenin diğer filmlerine bakmak yeter de artar bile. yönetmen, başarılı bir senaryo olmadığı zaman ona görselliğini ne kadar verirse versin film yavan kalıyor.
Film kendilerini öldürmek isteyen varlıkların neden öldürmek istediği sorusuna cevap aramak için ikinci bir yolculukla devam ederken bitiyor...tüm iddialarına karşın bilimkurgu sineması için çok şey bırakmayacak, eğlencelik bir sinema örneği.
Adını bu mitten alan ve içinde dinsel inanışlara, yaratılışa, evrene ve insanlığa ilişkin sorularla yola çıkan Prometheus filmi, aradığı soruları cevaplarken yalnızca dinsel yaratılış esasında ve yüzeysel olarak cevaplandırıp (haç göndermeleri ve karakterlerin baskın inanışları) cevabını veremeyeceği bir sonraki soruya yönelerek asıl olarak tüm holivud oyalamalarından birini doğru düzgün başarıyor ama cevap arayanları tatminsiz bırakarak bitiyor.
gemi mürettebatı ölümsüzlüğü ararken (onlara bu hedefe yönlendiren ölmeye yakın olan patronları) insanı yaratmış olduklarını düşündüğü gezegende ölümle tanışmaları filmin belki de en orjinal tarafı. geri kalan senaryodaki herşey bir klişeden olmaktan öte geçemiyor. robotun insana ihanet etmesi, onu tuzağa düşürmesi, gemi kaptanının cesareti, ölümsüzlüğü arayan çılgın bir zengin vs...
yönetmen Ridley Scott görsel olarak izleyeni doyuran yapısı haricinde başka bir numarası olmayan, tipik bir holivud bilimkurgusu olmanın ötesine geçemeyen senaryosunun Ridley Scott'un elinde daha öte bir film olamayacağının kanıtı için yönetmenin diğer filmlerine bakmak yeter de artar bile. yönetmen, başarılı bir senaryo olmadığı zaman ona görselliğini ne kadar verirse versin film yavan kalıyor.
Film kendilerini öldürmek isteyen varlıkların neden öldürmek istediği sorusuna cevap aramak için ikinci bir yolculukla devam ederken bitiyor...tüm iddialarına karşın bilimkurgu sineması için çok şey bırakmayacak, eğlencelik bir sinema örneği.
as good as it gets/ benden bu kadar
Tek bir cümleyle:
Cizgilere basmadan yollarda yurumeye calisan, kapisini bes kez kilitleyen, yemek yemek icin kendi plastik catal bicagini yaninda getiren, bu takintilarindan dolayi kimse tarafindan sevilmeyen ama basarili bir yazar ve onun escinsel komsusu, garson bir kadin ucgeninde gecen zaman zaman kahkahalar attigim jack nicholson un oyunculuguyla keyifli bir komedi as good as it gets/ benden bu kadar..
Cizgilere basmadan yollarda yurumeye calisan, kapisini bes kez kilitleyen, yemek yemek icin kendi plastik catal bicagini yaninda getiren, bu takintilarindan dolayi kimse tarafindan sevilmeyen ama basarili bir yazar ve onun escinsel komsusu, garson bir kadin ucgeninde gecen zaman zaman kahkahalar attigim jack nicholson un oyunculuguyla keyifli bir komedi as good as it gets/ benden bu kadar..
Rise of the Planet of Apes
uzun zamandır bilimkurgu fantastik filmleri arasında en sevdiğim film oldu rise of the planet of apes. maymunlar cehennemi serisinin başlangıcı olan bu hikaye, bir grup bilim adamının daha zeki hayvanlar yaratmak için kobay edindiği ve kötü davrandığı maymunların yapay ve kafes içindeki hayatlarından isyan ederek kaçmasını konu ediniyor. özellikle onlara kötü muamele yapan görevliyle maymun ceasarın kavga ettiği sahnede, maymunun silahlı görevlinin kolunu tutup uzunca bir süre baktıktan sonra "no!" hayır demesi oldukça ürpertici bi deneyim oldu benim için. belki de tüm zeki olmaya çalışan ve zeki olan varlıklar ve tüm insanlık için geçerlidir bu kelime: hayır!
Israrla tavsiye ederim :)
Israrla tavsiye ederim :)
Italiensk for begyndere (italian for beginners)
6 senedir cinsel ilişkiye girmemiş Jorgen Mortensen ve hoşlandığı italyan garson kız, işinden kovulan ve daha sonra italyanca kursunda hoca olan Finn ve kuaför aşkı Karen, babasının ölümüne tanık olduktan sonra annesinin ölümünü de tesadüf eseri duyan ve seneler sonra Karen'in ablası olduğunu öğrenen fırıncı kız Olympia ve rahip sevgilisi etrafında dönen ve onları biraraya getiren italyanca kursu.. Dogme 95 manifestolu, el kamerası ve doğal ışıkla çekilen bu sıcak Danimarka filminde buluşuyor.
4 Ocak 2014 Cumartesi
Army of Shadows/ L'armee des ombres
La Resistance (direniş), fransanın almanya tarafından 22 haziran 1940 yılında işgal edilişiyle, toplum tarafından işgali kabul etmeyen kesimlerin işgale karşı sivil itaatsizlik ve askeri yönlerini kapsayan eylemlerin bütünüdür. Yalnızca alman işgalci kuvvetlerine karşı bir başkaldırış değil, aynı zamanda destekçisi fransız hükümetine de bir karşı koyuştur.
Jean Pierre MElville'in filmi işte bu yılların ortasında sessiz ve derinden ilerleyen bir hücre yapısının kendi içerisindeki gerilimini anlatmaktadır. Savaş öncesinde esir alınacak alman subaylar için fransa devleti tarafından yapılan esir kampına Phlippe Gebriel adlı bir inşaat mühendisinin tutuklanıp içeri alınmasıyla film başlar. Burada, daha önce hiç karşılaşmadığı birbirinden farklı düşüncelerden, eylemlerden ve sınıflardan insanlarla tanışır. Melville direnişin özetini ve acı tarafını daha ilk sahnede resmeder.
1- alman esirler için yapılan kamp- cezaevinde alman işgaline karşı koyan fransız vatandaşları esir edilir.
2- direniş, yalnızca belli bir sınıfı, belli bir siyasi görüşü ya da kuşağı değil her kesimi temsil eder.
3-direniş, yeterince örgütlü olmadığı için direnişçilerin çok çabuk yakalanması üzerine cılızlaşmıştır.
Gebriel hapishaneden bir yolunu kaçarak yeniden direnişe yeni eklenen insanlarla birlikte katılır.
Melville in filminde direnişi büyük kahramanların kahramanlıklarıyla taçlandırmaz. Almanlara gününü gösteren, onlara heryer de önüne taş koyan insanlar ve kahramanlarla süslemez. Bir durum ortaya koyar, en zor şartlar altında mücadele etmeye çalışan insanların çaresizliklerinin, ihanetlerinin, cesaretinin, duygularını resmetttiği bir insanlık durumudur! içlerinden bir haini yakalayıp infaz ettikleri sahnede, biri bunu yapamayacağını söyler, bu onların ilk infazıdır ve nasıl yapacaklarını bilmiyorlardır, zor da olsa ikna edilip infaza ortak olduktan sonra gözyaşlarını tutamaz.
karakterlerinin hiçbirinin geçmişi yoktur. ne bir anısı ne de geçmişle gelen direnişe ortak edilen bir bağı. yalnızca anıları ölümle başbaşa kaldığında direnişle geçen anlardan ibarettir. insani duygularını törpülemek onlar için şarttır. çünkü insani duygular onların direnişine zarar verecek unsurların en büyüğüdür. yakalanır da işkencede konuşmak zorunda kalmamaları için yanında siyanür kapsülleri bulundururlar. savaş öncesi yakınlarından bir fotoğraf ya da mektup hatırası saklamak onlar için tehlikelidir. Nitekim Mathilde, kızının fotoğrafını yanında taşıdığında Gebriel onu yanında taşımamasını söyler. Hücredeki diğer direnişçileri de gestapoya ele vermesi de bu fotoğrafın yüzünden meydana gelir. Kadının annelik yönü daha ağır basar, kızının hayatı için diğerlerinin ismini verir.
Direniş kendileri için yaşamda kalma mücadelesidir bir anlamda. hayatta kaldıkları sürece direniş, hapishanede ya da dışarda devam edecektir. hayatta kalma mücadelesi onların ölümden korktuğu anlamına gelmez, hatta çoğu zaman ölümün üstüne giderler. idam mangasının karşısına geçtiklerinde karşıdaki duvara ilk koşan bir sonraki infaza kalacaktır. Alman subayı ona koş dediğinde, ölümden korkmadığını göstermek için koşmaz.
Melville almanlara karşı direnişin boyutunu sivil itaatsizlik üzerinden kısmen alır. Yakalanan adamları kurtarmak, sahte kimlik düzenlemek, örgütlenmek ve yakalandıktan sonra işkencede konuşmak ya da konuşmamak gibi. belki de bir çok insan bu ne biçim direniş filmi, bir tane alman askerini ele geçiremiyorlar dedirtebilir ama yönetmenin derdi de işte tam bu noktadır: kendi içerisinde gelgitler yaşayan direnişin insani boyutlarını anlatmak. Bu doğrultuda filmin politik yapısı zayıftır, örneğin benzer bir temayı ele alan Ken Loach'ın IRA (irlanda Cumhuriyet ORdusu) nın İngiltere işgaline karşı kuruluş ve çözülüşünü anlatan Wind That Shakes the Barley çok daha politik bir sinema örneğidir.
Gölgelerin Ordusu unutulmaz filmler arasında yer alacak, Fransa direnişine farklı bir pencereden bakmamızı sağlayan önemli filmlerden biri. Sinema tarih buluşmasını sevenler için kaçırılmaması gereken önemli bir film.
3 Ocak 2014 Cuma
Sandra Bullock
onu seyirci ilk kez speed/hız tuzağı filminde keşfetti. hani durduğu zaman, hızını düşürdüğü zaman patlayacak otobüs. o otobüsdeki yolculardan biriydi ve bir anda kendini direksiyon başında buldu... onca hız, hır gür içinde kendi sevimliğini filme ekledi ve bir anda yıldızı parladı.
ogün bugündür holivudun bir çok filminde, genel olarak vasat filmlerinde oynadı. tür filmlerinin -romantik komedi, gerilim, polisiye, macera- aranan kadın yıldızı oldu. gişe filmlerinde boy gösterirken çok fazla seçici olamadı. hız tuzağı 2 ve güzel dedektif 2 onun en başarısız filmleri olarak kabul edilir. sevimli yüzü, şimdi daha keskin ve köşeli hatlara bürünürken gösterime girdiği her ülkede beğenilmiş olumlu eleştiriler almış gravity/yerçekimi ile vizyonda. şahsen ben de merak ediyorum çok, sevimli komşu kızı bu uzay gerilimindeki oyunculuğunu...
Inside Job
2008 yilinda krizin amerikan konut finans sektorunde patlak verip butun dunyaya yayilmasini, krizin kalbi amerikadaki bankacilik sistemini inceleyen inside in job adli belgesel, denetimsizlesmis bankaciligin yuksek riskli yuksek faizli konut kredilerini dusuk gelirli ailelere verip balonun patlamasina sebep olan kişileri merkeze alıyor. Milyonlarca insani issiz ve hacizli hale getiren bu krizden, sirket patronlari ve bu sirketlere danismanlik yapan universite profesorleri zenginleserek cikar. Belgesel 2012 ye kadar suren krizi krizin aktorleriyle yapilan roportajlarla anlatiyor...
Kapitalizm her kriz sonrasinda oldugu gibi bi sonraki krizi derinlestirecek sekilde yoluna devam eder, filmin sonunda bu belirgin olmasina ragmen, film bir sistem elestrisi olmaktan cok kisilere odaklanmis bir elestri getiriyor... gene de meraklisi icin iyi bir belgesel. Devlet, sermaye ve universiteye bol bol kufretmek icin birebir.
Kapitalizm her kriz sonrasinda oldugu gibi bi sonraki krizi derinlestirecek sekilde yoluna devam eder, filmin sonunda bu belirgin olmasina ragmen, film bir sistem elestrisi olmaktan cok kisilere odaklanmis bir elestri getiriyor... gene de meraklisi icin iyi bir belgesel. Devlet, sermaye ve universiteye bol bol kufretmek icin birebir.
A Streetcar Named Desire/ Arzu Tramwayı
birbirinden farklı yorumlarin icerisinde elia kazan in yonetmenligindeki filmin farkli tarafi; hircin, kavgaci, alkolik be kumarbaz stanley kowalski nin tarafinda. O hayatini duzene oturtmaya calisirken, onun tam zitti zarif bastancikarici ve incelikli blanche in gelmesiyle birlikte sekteye ugramasini anlatir. fazla ahkam kesmeye gerek yok, 27 yasindaki Marlon brando nun serseri kowalskiye can verdigi oyunculugu gormek icin bile seyretmeye deger.
2 Ocak 2014 Perşembe
Ballad of Narayama/ Narayama Türküsü (Shohei İmamura)
18. yy başlarında japonyanın bir köyünde, 70 yaşına gelen istisnasız herkes narayama adlı dağın zirvesine çıkıp, orada ölmeye beklemesi gerekmektedir. Bunu yapmayı reddetmek köy içinde ailenin itibarını yerle bir etmek anlamına gelir...
shohei imamura'nın filmi narayama türküsü insanoğlunun en doğal çiğ yanını gözler önüne seriyor. yemek yemek, hayatta kalmak, çalışmak, aile edinmek, ve ölmek. bu doğrultudaki filmin, duygusal bir yön barındırmadan tamamiyle gerçekçi belgeselci bir üslubu var. köydeki ölümler sıradanlık ve sıklıkla, ekonomik olarak hayatta ayakta kalabilmek adına anlayışla karşılanıyor. örneğin filmin başındaki ailesinin bakamayacağını anladığı tarlaya atılmış ölü bebeği bulan tarla sahibinin ırgatın yanına gidip, bir daha benim tarlama ölünüzü atmayın demesi gibi.
köydeki herkes yazın patates ekip toplarken kışın sofrasında yer. patateslerin çalındığını öğrenen bir aile hırsızları cezasız bırakmazken, aileye mensup ama hiçbir suçu olmayan diğer akrabalarında hırsızlık yapabileceğini düşünerek onları da bir gece baskınıyla diri diri toprağa gömer. 70 yaşına gelen herkes verimsiz ve sofrada gereksiz yer tutar. onlarda narayama dağının tanrısına kurban edilir.
bağnaz bir inanc ve ilkellik insanı insani duygulardan arındırır. bir başkasını da görebileceği gibi kendisini gereksizlik olarak görür bu dünyada, nitekim orin adlı kadın 69 yaşına girdiğinde öndeki iki dişini taşa vurarak kırar ve daha fazla yaşlandığı izlenimi vererek narayama dağında ölümle başbaşa kalmak ister. dağın zirvesine oğlunun sırtında hiç konuşmadan sürecek bir yolculukla geldiğinde, kendisi gibi gene ölüme terkedilmiş yaşlıların kemikleri ve leş kargalarını görür. aradıkları tanrı karşılarına çıkmamıştır ama kararlar ve batıni inançlar söz konusu olduğundan orada ölmek ister. oğlu dağdan aşağıya inerken bir diğeri, delirmiş babasını daha yukarıya çıkaramayacağını anlar ve bağlayarak uçurumdan aşağı attığını görür ama tepki vermez. tanrının istediği gibi kar yağıyordur, iyimserliktir kar, geriye dönerek (arkaya bakmama kuralını çiğner) annesinin yanına gider, iyimserlik de kendini inanca kurban ettiğini görür, çünkü kadın karlar altında dua etmektedir ve git işareti yapar... babasını o bu dağa çıkarmıştır, annesini de, hatta kendisini de 25 yıl sonra oğlu dağa çıkarıp ölüme terkedecek ve buna kimse dur diyemeyecektir...
shohei imamura'nın filmi narayama türküsü insanoğlunun en doğal çiğ yanını gözler önüne seriyor. yemek yemek, hayatta kalmak, çalışmak, aile edinmek, ve ölmek. bu doğrultudaki filmin, duygusal bir yön barındırmadan tamamiyle gerçekçi belgeselci bir üslubu var. köydeki ölümler sıradanlık ve sıklıkla, ekonomik olarak hayatta ayakta kalabilmek adına anlayışla karşılanıyor. örneğin filmin başındaki ailesinin bakamayacağını anladığı tarlaya atılmış ölü bebeği bulan tarla sahibinin ırgatın yanına gidip, bir daha benim tarlama ölünüzü atmayın demesi gibi.
köydeki herkes yazın patates ekip toplarken kışın sofrasında yer. patateslerin çalındığını öğrenen bir aile hırsızları cezasız bırakmazken, aileye mensup ama hiçbir suçu olmayan diğer akrabalarında hırsızlık yapabileceğini düşünerek onları da bir gece baskınıyla diri diri toprağa gömer. 70 yaşına gelen herkes verimsiz ve sofrada gereksiz yer tutar. onlarda narayama dağının tanrısına kurban edilir.
bağnaz bir inanc ve ilkellik insanı insani duygulardan arındırır. bir başkasını da görebileceği gibi kendisini gereksizlik olarak görür bu dünyada, nitekim orin adlı kadın 69 yaşına girdiğinde öndeki iki dişini taşa vurarak kırar ve daha fazla yaşlandığı izlenimi vererek narayama dağında ölümle başbaşa kalmak ister. dağın zirvesine oğlunun sırtında hiç konuşmadan sürecek bir yolculukla geldiğinde, kendisi gibi gene ölüme terkedilmiş yaşlıların kemikleri ve leş kargalarını görür. aradıkları tanrı karşılarına çıkmamıştır ama kararlar ve batıni inançlar söz konusu olduğundan orada ölmek ister. oğlu dağdan aşağıya inerken bir diğeri, delirmiş babasını daha yukarıya çıkaramayacağını anlar ve bağlayarak uçurumdan aşağı attığını görür ama tepki vermez. tanrının istediği gibi kar yağıyordur, iyimserliktir kar, geriye dönerek (arkaya bakmama kuralını çiğner) annesinin yanına gider, iyimserlik de kendini inanca kurban ettiğini görür, çünkü kadın karlar altında dua etmektedir ve git işareti yapar... babasını o bu dağa çıkarmıştır, annesini de, hatta kendisini de 25 yıl sonra oğlu dağa çıkarıp ölüme terkedecek ve buna kimse dur diyemeyecektir...
1982 yılı cannes film festivali altın palmiye ödüllü narayama türküsü hiç bir zaman hafızamndan çıkmayacak, uzun zamandır izlediğim en etkileyeci filmlerden biri. ham insanı anlatıyor, cinselliğe aç, sürekli doymak ve ayakta kalmak isteyen, ölümü belli kuralların içerisinde kabullendiği zaman bir lütufmuş gibi gören ve kanıksayan...
Sex, Lies and Videotape
Bana fantazilerini anlat!
Amerikan bağımsız sinemasının 80 li yıllardaki en büyük çıkışlarından biri, Sex Lies and Videotape. Yönetmen Steven Soderbegh
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)