17 Mayıs 2014 Cumartesi
La Classe Operaia Va in Paradiso/ İşçi Sınıfı Cennete Gider (Elio Petri)
"Ne mutlu ki yoksullara öteki dünya onlarındır, er ya da geç bu dünya da onların olacaktır." Friedrich Engels
(Soma da öldürülen 300 ün üzerinde maden işçisinin anısına)
Lulu çalıştığı fabrikanın torna tezgahında en fazla üretim yapan işçidir. öyle ki, bütün üretimin planlaması ve seviyesi onun ürettiği üzerinden belirlenir. iş arkadaşları onun bu kadar fazla üretim yapmasına kızar, çünkü aynı üretimi patron onlardan da bekliyordur. Lulu aldırmaz, hepsiyle kavga eder, parça başı üretime geçildiğinde ise daha da fazla üretimini artırır, makineye parmağını kaptırınca işler tersine dönmeye başlar.
Elio Petri'nin filmi katolik kilisesinin komünist karşıtı propaganlarının ardından, komünistlerin yeni sloganın ismini alır: işçi sınıfı cennete gider. Komünistlerle işçileri yakınlaştırması adına yazılan bu slogan ardına yapılan bu film, hiçbir şeye aldırmaz, yalnızca aklı cinsellikte ve parada olan bir işçinin, hem de hiç sevmediği ve anlamadığı öğrenciler tarafından şartlar da olgunlaşınca öncü bir işçiye dönüşümünü anlatıyor.
yabancılaşma ve işçinin makineleşmesini ilk bölümde izleriz. Lulu makinenin hareketlerine göre hareket eder, kan ter içinde kalsa da aldırmaz, makineyle bir bütünlük arz eder, bir makine kıvamında çalışır. yanındkaki işçiler gelip onun böyle çalışmasına itiraz etse de, onları küçümser. işçiler kendi aralarında suni bölünmeler vardır, şu bölgeden o bölgeden diye, bir birlik yoktur... Özel hayatında ise Lulu karısından boşanmış, kuaför sevgilisiyle yaşamaktadır. sevgilisinin cinsel isteklerine karşılık veremez, gündüz hayvan gibi çalışıyor, geceleri ise yorgunluktan düşüyordur. kendisinin açıklamasına göre gündüz fabrikada üç defa yapabilecek düzeydedir, makina gibidir! insanı makineye benzetir, kendi iç organlarının çalışmasını dahi bir makine düzeneği şeklinde anlatır.
Her sabah fabrikanın önünde megafonlarla ajitasyon ve propaganda yapan öğrenciler, geçirdiği iş kazasından sonra daha fazla dikkatini çekmeye başlar. istemeyerek de olsa öğrencilere yakınlaşır, çünkü fabrikadaki işçi arkadaşları tarafından sevilmiyor ve artık bunun sıkıntısını çekiyor, parça başı üretim yüzünden parmağını kaybediyor ve artık parça başı üretimi kabul etmiyor fakat sendika ise bunu kabul ediyordur.
öğrenciler her nekadar işçilerin gündelik çıkarlarıyla tarihsel çıkarlarını birleştirmek konusunda ısrarlı olsalar da sendikalar bunun önüne set çekmektedir. işçi sınıfının şu an için bir devrim söz konusu değil diye uyarıp patronların istediği noktada hareket edebiliriz diye yönelimdedir. grev kaçınılmaz bir noktaya geldiğin de ve başladığında ise yalnızca öğrencilerin öncü olması yetersizdir, öncü işçiler de çıkar. Lulu sonuna kadar grev der, sendika işyeriyle anlaşıp işçiler tekrar fabrikaya dönerken Lulu bunların dışında kalır, işten atılmıştır, artık ne kadar çok üretim yaptığı değil politik kimliğidir önemli olan.
Filmin en can alıcı noktası burda başlar, işten atıldığını öğrenen Lulu, o günü fabrikanın önünde öğrencileri arar, hiçbiri yoktur! çünkü aynı günü öğrenciler üniversiteyi işgal etmiştir, derin bir yalnızlık duygusu ve ne yapacağını bilmez bir hale gelir. öğrencilerin lideriyle görüşür: işten atıldığını söyler, öğrenci lideri, bilmiyordum üniversitede işgaldeyiz ne kadar sürer der, Lulu tekrar işten atıldığını söyleyince öğrenci kızar: ne yapabilirim ben de 30 yaşındayım ve şu kadar vermem gereken ders var, her an okuldan atılabilirim ama işte burdayım diye mücadeleye devam ettiğini belirtir. Aynı siyasi politik düşünce de olsalar da ne öğrenci işçiyi ne de işçi öğrencinin yaşam kaygılarına ortak değildir, birbirlerini yeterince anlamaz. işte bu da sıkıntının gerçeğin ta kendisidir. öğrencilerle iletişim kuran ve onların yönelimleri doğrultusunda hareket eden işçilerin bir süre sonra yalnız kalıp yaşadığı sıkıntıdır. bu aynı zamanda öğrenci içinde geçerlidir, eşyanın tabiatı gereği, üretim ilişkileri içerisinden gelen bir sıkıntıdır bu. Öğrenciler Lulu'nun evinde kaldığı gece Lulu'nun tv den film izlemesini öğrencilerin yorumlayışı; yoksulluk içerisinde yaşarlar ama tv karşısında zenginleri görünce zengin olacağını sanır, fakat hayatı boyunca sefalet içinde yaşamaya devam eder, işçi sınıfının çelişkisi işte budur!
Cennet, işçi sınıfının tarih sahnesinden şimdilik geri çekilmesiyle birlikte cehennem döndü. Cehennemi sislerin arasından çıkıp gelecek, duvarın arkasındaki işçi sınıfının tarih denilen sahnede yer almasıyla birlikte cennete dönüştürecek olanların ve politik sinemanın en önemli filmlerinden biri: İşçi sınıfı cennete gider.
13 Mayıs 2014 Salı
Memento/ Akıl Defteri (Christopher Nolan)
Christopher Nolan'ın bu film noir açılış sekansı üzerinden bile sırta alınıp sokaklarda zafer şarkıları söylenebilir. sinema tarihinin en güzel açılış sahnelerinden biri; sürekli hafıza yitimine uğrayan bir adamın çektiği fotoğraflarla anımsaya bilmesini silikleşen ve tekrar netleşen bir fotoğraf karesi üzerinden ancak bu kadar güzel yansıtılabilir.
sonraki görüntüde ise yerdeki mermiyi, gözlüğü, kanı, silahı ve ceseti görüyoruz. kan çekiliyor, adamın eline silah geliyor, mermi kovanı silahı giriyor ve adam silahını patlatıyor. geriye doğru saran bu sahneden sonra film doğru yani başlangıca doğru gidiyor.
Leonard'ın karısına tecavüz edilip öldürüldüğünü, kendi hafızasını aldığını düşündüğü kişinin peşine düşer. hafızası 10 dakikakada bir silinir, hiçbir şey hatırlamaz, kendisine yardım eden kişilerin fotoğraflarını çeker, unutmaması için yapacağı işleri vücuduna dövme olarak kazır. film gerisin geriye doğru seyrederken Leonard bir otel odasında yalnız başına siyah beyaz görüntüleri araya girer. Ne düşündüğü, kendine neler yaptığını, ne olduğunu anlatır. cinayete sebep olan olaylara doğru geriye kurgu sürerken bu siyah beyaz görüntülerin olduğu otel odasındaki sahnede Leonard'ı tanırız aynı zamanda. Siyah beyaz otel odasında geçen sahne aynı zamanda da filmin başından bir önceki sahneye gidiş arasında köprüdür. Leonard bu otel odasından çıktıktan sonra Teddy'le buluşacak ve onunla gerçek üzerine konuştuktan sonra fotoğrafını çekip yalancı olarak fişleyecektir.
Leonard otel odasındaki telefonla konuşmalarından filmin sonunda daha doğrusu başında anlarız ki, hafızasını yitirmeden önceki hayatında çizdiği gerçek aslında kendi yarattığı gerçektir. gerçeği bulmak yerine kendisi yaratır ve yeni bir hafıza oluşturmaya çalışır. içinde tuttuğu, sakladığı gerçekle yüzleşmek yerine kendine göre oluşturmak istediği maziyle avunur, benimser. çünkü zaman zaman hayalini kurduğu anılar ona çok uzaktır, bir tedavisi yoktur, geriye dönüş ise imkansızdır.
filmi çok fazla açıklayıp büyüsünü bozmak istemem. onun için kurguda, anlatımda, ve kendi türünde bir başyapıttır, birden fazla izlenilmeyi hak eder Memento.
3 Mayıs 2014 Cumartesi
Breakfast on Pluto/ Plutonda Kahvaltı (Neil Jordan)
annesi tarafından bebekken kilise önüne bırakılan Patrick'i yoksul bir irlandalı aile sahiplenir. Patrick yaşı ilerledikçe çevresine uyum sağlayamaz. kız gibi giyinir, kızlar gibi düşünür. ailesinin verdiği cezalar yaşadığı çevre tarafından kabullenilmeyişi onu kaçışa zorlar ve annesini aramak üzere Londra'nın yolunu tutar.
Neil Jordan'ın bu filminde, Travesti Kitten üzerinden bir dönemin İngiltere ve İrlandasını anlatıyor. politik çalkantılara sahne olan, her irlandalının bir terörist olduğu bir dönemde, annesini ararken kendini bulan patrick'in hikayesini oldukça neşeli bir biçimde yansıtıyor. ki filmdeki bu sıcaklık başından sonuna kadar devam ediyor. Ne IRA ne, ne ingiltere emperyalizmi ne de cinsel kimlik sorunu, bunların hepsi yüzeyselleşirken canlılığını ve sevecen mizahını son saniyesine kadar hüzne ve acıya prim vermeden aktarıyor.
Başrol oyuncusu Cillian Murphy'nin olağanüstü oyunculuğu ve müzikleri ile, bir dönem filmi olsa da masalsı anlatımıyla kuşların bile konuştuğu, hiç sıkılmadan izlenebilecek 35 bölümlük çok güzel bir film.
2 Mayıs 2014 Cuma
Repulsion/ Tiksinti (Roman Polanski)
Repulsion/ Tiksinti, Polanski'nin apartman üçlemesi filminden ilki. birbiriyle bağı olmayan bu filmlerin ilkinde, bastırılmış cinselliği hastalık derecesinde takıntılarıyla Carol'un hikayesi.
Bir güzellik salonunda çalışan Carol ablasıyla birlikte kirada oturmaktadır. Ablasının evli bir adamla olan ilişkisini yadırgar ve mesafeli durur. İşyerinde ise çeşitli sorunlarla boğuşur. Kendisinden hoşlanan bir erkek vardır, ona ne kadar yanaşmaya çalışsa da araya bir mesafe koyar. Cinselliğini bastırmış tiksinti duymaktadır. Ablasının tatile gitmesi ardından yalnız kalır, ve onun cinselliğe duyduğu tiksinti giderek paranoyak şizofrenik bir hal alır.
Polanski'nin bu psikolojik gerilimi, ağır ağır karakterinin yaşadığı ve insan aklının insana yaptığı tehlikeli oyunlara davet eder izleyicisini. bir kapı gıcırdısı, musluktan damlayan su sesi, üst kattan gelen ayak sesleri, kilisenin çanları, akrep ve yelkovan sesi, kapı zili, telefon zili, her bir ses gerilim dozunu tırmandırırken karakterin yaşadığı psikolojik rahatsızlığının birebir işitsel karşılığıdır.
Görsel olarak tedirgin ediciliği siyah beyaz ışığın az kullanımının yanı sıra, çoğu zaman hiçbir şey olmasa da hareketsiz bir objeye odaklanır kamera. karakter silikleşir, alan derinliği kaybolur, ve seyredeni altından ne çıkacak acaba diye bir gerilime sürükler. Çatırdayan duvar, duvarlardaki el izleri, duvardan çıkıp Carol'u taciz eden eller, kapının altından gelen ışık, yatakta köşeye sıkışan karakter gibi boğar bizi de.
Gördüğü halisünasyon sahnelerinde ya da rüyalarında bir erkeğin tecavüzüne uğrar. Yönetmen bu karabasanda görüntüyü hızla ilerleyen saat sesleriyle verir. bir cenine benzeyen tavşan etinin günlerce dışarda kaldıktan sonra çürümesi, öte yanda günlerce dışarda kalan patateslerin yeşermesi. Catherine Denueve'in 22 yaşında şizofrenik paranoyak rolünün altından başarıyla kalktığı hatta belki de tüm zamanların en iyi kadın oyuncu performansını verdiği film, psikolojik gerilim sinemasının en önemlilerinden biri belki de.
Karakterin cinselliğe duyduğu tiksintiyi ve onun bir canavara dönüşmesini son sahnedeki aile fotoğrafına zoom yaparak verir yönetmen. genç kızın gözleri şeytani bir bakışla babasına bakmaktadır. birçok seyirci açısından, babanın ensest olmasından kaynaklı kızın cinselliğe bir tiksintisi olduğu söylenir. doğruluk payı vardır ya da yoktur bilinmez ama doğru olan şey şudur ki uzun süre etkisinden kurtulamayacağınız kadar mükemmel bir sinema örneğidir.
Zemani-yi Bera-yı Mesti Esbha/ Sarhoş Atlar Zamanı (Bahman Ghobadi)
çocuk olmak bu coğrafya da ne zor. bir kürt çocuğu, bir filistinli çocuğu... onların çocukluğu oyuncakların, mcdonaldsların, eğitimin, iyi eğitimli ailelerin refahında değil, savaşın, şiddetin, çetin coğrafi ve iklim koşulların, yoksulluğun pençesinde gelişiyor. gelişen bu yaşamda onlar yaşamayı değil, hayatta kalmayı ve onun mücadelesini öğrenerek büyüyorlar.
İranlı sinemacı Abbas Kiorastami ile birlikte çalışan ve ondan ayrıldıktan sonra ikinci filmini çeken Ghodbahi, İran-Irak sınırında kaçakçılıkla yaşamını sürdürmeye çalışan insanları çocukların gözünden anlatıyor. zorlu coğrafya da madi bir ayağı sakat olan, gelişmemiş fiziğiyle on beş yaşındaki bu çocuk artık ilaç tedavisine yanıt vermemekte ve ameliyat olması gerekmektedir. aileden genç bir kızı başlık parası olarak madinin ameliyat ettirmesi durumunda bir başka aileye verirler. katırlarla yüklü çeyiziyle diğer aileye giden kızın yanında kardeşini görünce kayınvalidesi istemez...
sonrası ise daha fazla yükün katırlara bindirilip çok soğuk bir günde tekrar kaçağa dönülmesi... filmde katırlar soğuktan ölmesin diye onlara yola çıkmadan önce viski içirilir. fakat viskiyi fazla verince ve sınırda yakalanma korkusundan panikleyen kaçakçılar telaşa kapılınca, katırları kar batağından çıkartamaz...
yüzleşmesi zor, hüzünlü bir film. bu coğrafyanın sınırındaki kürtleri varlığıyla ele alan ilk film.
Butcher Boy/ Kasap Çocuk (Neil Jordan)
genç yaştaki annesi intihar eden, alkolik bir babası olan, anne baba kavgalarının arasında kalan, en sevdiği yakınları uzaklara giden, çizgi romanlarla ve yoksullukla büyüyen, sürekli olarak televizyonlardan radyolardan anti komünist bir propagandaya maruz kalıp nükleer savaşın çıkacağını sanan, bir rahibin cinsel tacizine maruz kalan, hurafelerle dünyanın sonunun geldiğine inanan bir halkın arasında yaşayan, en yakın arkadaşının satışına uğrayan, gündelik şiddetin sıradanlaştığı bir dünyada küçük bir çocuk aklını kaçırıp şiddete ve daha fazla şiddete başvurabilir mi?
bunun cevabını bu film veriyor. 1960 ların irlandasında, bir kasaba da geçen bu film, bir çocuğun gözünden çevresinde ve dünyada olan biteni anlatıyor. babası tarafından kötü bir çocuk olduğu gerekçesiyle manastıra gönderilen, evden kaçan, döndüğünde annesinin ölüm haberini alan, sürekli hayaller kuran, çizgi romanlarını çaldığı için komşusunun babasından dayak yiyen bir çocuk, aklını kaçırır ve sonunda komik bir sebepten ötürü cinayet işler.
neil jordan'ın bu su gibi akan, irlandanın toplumuna da bir eleştiri olan, bir çocuğun gerçek ve hayal dünyasına davet ettiği sevimli filmi belki de herkesin çocuklukta öldürmek istediği bir insan fantazisini anlatıyor. filmin içerdiği kara mizah, içerdiği şiddeti gölgeleyip sevimli kıldığından izlemesi de bir o kadar keyifli..
Utomlyonnye Solnstsem/ Güneş Yanığı (Nikita Mikhalkov)
Mihalkov'un filmi 1936 senesinde sovyetler birliiğinin içinde bulunduğu sosyo-politik düzenin bir alegorisi. Bolşevik kahraman albay kotov rusyanın kırsalında genel siyasi atmosferden kendini yalıtarak karısı, çocuğu ve diğer aile bireyleriyle birlikte "mutlu" bir hayat sürüyor. herkesin sevdiği ve saygı bir adam.
bu kadar güzel bir yaşam sürerken bir anda dimitri adında bir adam çıkagelir ve herkesin sevgisini kazanır. hikayenin bundan sonrası ilerledikçe gizem çözülmeye başlar. dimitri, kotov'un karısının eski aşığıdır. aynı zamanda bolşevik devrimi olurken karşı devrimcidir, fakat her nasılsa dimitri siyasi polis olmuştur. kotovun karısı dimitriyi çok beklemiş ama gelmeyince intihara kalkışmış ve sonrasında kotovla karşılaşınca ona hayır diyememiştir. dimitri ise kotov un elinden aldığı kadınla hem yüzleşecek hem de kotovu ondan ayıracaktır.
film içinde bulunduğu dönem hakkında dönem hakkında hiçbir bilgi vermiyor. temel olarak stalin dönemi ve sovyetler birliğinin baskıcı bir devlet olduğu izlenimi bırakmak istemiş izleyici de. sovyetler birliği için propaganda yapan askerler, muhafızlar, ajanlar herkes kötü, bir tanesinin yüzü gülmezken sıradan insanlar ise neşeli mutlu, ve onların mutluluğunu altüst eden sovyetler. film politik olarak anti-komünist bir duruşu var. bu duruşla filmin bir değeri yok, çünkü ele aldığı döneme adil bir bakışla değil tamamiyle yanlı, batının seveceği bir bakışla ele almış, bu doğrultuda cannes film festivalinde ve oscar törenlerinde ödüllerle dönmesine şaşırmamak gerek.
öte yandan filmin diğer bir gülünç tarafı da başından beri tuhaf harektlerle herkese gülücükler saçan dimitri ile kotov'un yüzleştiği sahnede, kotov'un onu tek bir cümleyle betimlemesi de epey güldürdü: demek geçmişin acılarını gizlemek için böylesin!.. bu kadar... karakterler tamamen bir karton kutu, sovyetlere çalışanların insanlığı yok. yolun üzerinde duran bir deliyi öldürüyor, ardından stalin balonu görününce bozkırda, adamın yüzünde kötücül bir gülümse belirip selam duruyor...
Sovyetlerin birliğinin, sosyalizmin ve stalinin kazanımları ise filmde kendine değer bulmamış. dünyada örnek gösterilecek 1936 anayasası filmde kelimesi bile geçmiyor. bu filmin tek güzel yanı, nikita mihalkov un kızı. çok sevimli bir kız, ve rolünü çok güzel oynamış. zaten film bana kalırsa iki sebeple çekildi, ilki, kızına verdiği bir armağan, ikincisi anti-komünist dünyaya verdiği büyük armağan!
1 Mayıs 2014 Perşembe
La Terra Trema/ Yer Sarsılıyor (Luchino Visconti)
İtalyan yeni gerçekçi sinemasının önemli yapımlarından La Terra Trema, sicilya da yoksulluk içinde yaşayan ve artık buna dayanacak gücü kalmayan ama yine de biat eden balıkçıların, duvar işçilerin, köylü kadınların hikayesi anlatıyor. visconti yer sarsılıyoru bir üçlemenin ilk filmi olarak düşünüp, "deniz bölümü" adını verdiği bu filmden sonra diğer iki filmi çekmeden rafa kaldırmış. nedendir bilinmez. diğer iki film anlattığı karakterlerin hikayesine devam mı edecekti yoksa farklı karakterler üzerinden bir film mi olacaktı bilemeyiz ama, kendi başına da film eksik durmuyor.
hikayede anlattığı balıkçılar, balık tüccarları tarafından sömürüleri artık katlanılmaz bir boyut alırken, ihtiyar balıkçılar buna dayanmakta, gençlerde ise bir uyanış belirmektedir. çünkü kendileri sabahın köründe denize açılıp 12 saat boyunca emek vermekte ve karşılığında ancak karnını doyurabilecek para alabilmektedir. sonunda fiyatları yükseltirler biraz da olsa, fakat bununla yetinilmez hala tüccarlar kılını kıpırdatmadan balıkçıların sırtından tonla para kazanıyordur. içlerinden biri buna dur demek gerektiğini, birleşip tüccarları kovarak kendileri fiyat belirlemesi gerektiğini anlatır. inanan kişi sayısı azdır. kendisi ise karar vermiştir, evi bankaya ipotek edecek ve aldığı krediyle kendi balığını kendi sandalında tutup satacaktır.
bundan sonrası ise genç adamın kendi işini yapmasıyla birlikte refaha ermesini ve sonrasında doyumsuzlukla birlikte fırtınalı bir günde denize açılarak kayığın parçalanmasını, ve düşüşü seyrediyoruz. ardından da aileden kopmalar başlarken, kendisi ise alkole vurup tüccarlara çalışmayacağını söylüyor.
üç aşamalı bir film olarak görebiliriz yer sarsılıyoru, birinci bölüm balıkçıların sömürülmesine ve artık buna dur diyebilecek bir güvene sahip olmasına, ikinci bölüm refaha ve doyumsuzluğa, üçüncü bölüm ise düşüşe ve gururun açlığa teslim olmasına.
visconti her bölümde bir taraf oluyor, ilk bölümde onların bu cesaretinin yanına yer alırken, ikinci bölümde doyumsuzluğa uzaktan bakıyor, üçüncü bölüm gururu ise ne aşağılıyor ne de yüceltiyor, sadece olduğu gibi veriyor.
Visconti soylu bir aileden gelen fakat marksizmi benimsemiş bir sanatçı. bu film için aynı zamanda komünist partiden para yardımı da alıyor. filmi genel olarakvurgu yaptığı asıl olan şey ise, bireysel kurtuluşun kar etmeyeceğini toplu olarak bir kurtuluşun var olabileceği doğrultusunda. nitekim genç balıkçı sonunda gururunu kenara bırakıp tüccarlara çalışmayı kabul ederken, iki küçük kardeşiyle birlikte çalışmayı kabul ediyor, o sırada ise tüccarın arkasındaki duvardaki yazı beliriyor: Mussolini. işçi sınıfı toplumsal bir kurtuluşa doğru ilerlemedikçe her bireysel kurtuluşun sonu faşizme teslim oluşun başlangıcıdır aynı zamanda.
film yeni gerçekçilerin yaptığı gibi uzun planlarla, alan derinliğiyle ve ağır gerçeği göstererek seyirciyi seyirci olmaktan çıkarıp bir şahit haline getiriyor, dolayısıyla bu şahitliği aynı zamanda taraf olma zorunluluğuna çevirme çabasında. kendi döneminde ne kadar başardığını günümüzde ne kadarını başaracağını bilemeyiz ama inşaat işçilerinin türküleri, köylü kadınların hayalleri, balıkçıların zorlu yaşam koşulları yansıtan italyan yeni gerçekçi sinemasının başyapıtlarından biri La Terra Trema.
Interview with the Vampire/ Vampirle Görüşme (Neil Jordan)
Vampirle Görüşme karısının ölümünden sonra yasa boğulan, bir türlü onu unutamayan bunun için çıkış yolu olarak ölümü gören soylu Louis ile onu yakından takip eden Vampir Lestat'ın ısırığıyla birlikte ölüme gidecekken, daima genç olma ve ölümsüzlüğün cazibesine kapılıp vampir olmayı tercih etmesi ve sonrasındaki hesaplaşmayı anlatıyor.
Louis ısırıldıktan sonra vampir olmaya ve insanları öldürmeye alışamazken, Lestat bu konuda çileden çıkıyor. sonunda ise bunu daha iyi anlayabilmek adına küçük bir kızı da vampir yapıyor. Ne var ki yıllar ilerledikçe büyüyemeyen kız bunu sorgular duruma gelince Lestat'ı öldürdüğü bir insanın kanını içirerek zehirliyor.
Vampirle Görüşme, diğer vampir filmlerinin tekrarına ve klişelerine kapılmadan kendine özgü bir hikayesi var. insanlarla vampirler arasındaki savaşı, kötü vampirlerle iyi insanları anlatmıyor. insanlığın hakkını vermeyi de ihmal etmiyor. Lestat'ın verdiği mücadele ise yalnızca hayatta kalma mücadelesinden öte aynı zamanda intikam almaya dönüşüyor.
filmin diğer bir özelliği de, vampir filmlerinde sıkça kullanılan, haç, sarımsak, kalbe kazık çakarak öldürmek gibi klişeleri kullanmıyor. daha önce de belirttiğim gibi vampirle insanların mücadelesi değil, vampirlerle vampirlerin daha doğrusu içinde insaniyet bulunduran vampirlerin mücadelesi.
Keyif veren bir başka husus da, olağanüstü bir holivud oyuncu kadrosunu barındırıyor. Kötü adam rolünü o güne kadar oymayan Tom Cruise kötüyü, iyi olan Brad Pitt'i, çocuk vampir Kristin Dunst, Antonio Banderas, Christian Slater ve Neil Jordan'ın vazgeçilmezi Stephan Rea. Baştan sona sürükleyici, keyif verici, görkemli bir sinema.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)