13 Eylül 2014 Cumartesi

The Spy Who Came From In Cold/ Soğuktan Gelen Casus (Martin Ritt)


soğuk savaş döneminin en etkili casusluk filmi. batılı emperyalist devletlerin casus profilini, kriminalize olmuş hayatlarını en etkin biçimde deşifre ediyor. batı berlinde ingiliz ajanlarının başında görev yapan casus alec işsiz kaldıktan sonra bir kütüphanede çalışır. bu sırada tanıştığı komünist bir kızla ilişki yaşamaya başlar. ingiliz devleti onu doğu berline göndererek komünist topraklarda bilgi kirliliği yaymak ve demokratik alman cumhuriyetinin ajanlarından birinin mahkum olmasını sağlanması görevini verir.

amaca ulaşmak için herhangi ahlaki kural yoktur. herkes kullanılabilir ve kullanıldıktan sonra bir kenara atılabilir. atan da memnun atılan da memnun olmaz. casus profilini john le carre dikkat çektiği nokta burası. hem bir yandan kullanıldığını bileceksiniz hem de öte yandan verilen görevi yerine getireceksiniz.bu çelişkinin açıklamasını casusun ağzından yaptırıyor, fiedler idealist demokratik alman cumhuriyetine inandığı için casus olduğunu anlatırken, alec bunu yalnızca para için ve iyi yaşam tarzı için yaptığını söylüyor. yapacak başka bir şey olmaması sıradan bir zekaya sahip olması da bu işin olmazsa olmazları.

nitekim casus ve devletin amacına ulaştıktan sonra casusu bertaraf etmesi de işin bir başka doğal yönü. görev tamamlandı ve artık sana bundan sonra ihtiyaç kalmadı... john le carre in romanından uyarlama film siyah beyaz olağanüstü görüntüleriyle, gerçekçi bir bakış açısıyla hem dönemin emperyalist politikalarını hem de casusun kaderini resmeden harika müziklere sahip etkileyici bir film.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Elysium/ Yeni Cennet (Neill Blomkamp)



Holivudun elindeki teknik olanaklar, sinema yapabilmek için parasal güç, gerçekten de iyi yaratıcıların elinde olsa çok daha önemli filmlerin çıkabilme olasılığına bir örnek Elysium. Hikaye 2154 yılında geçiyor. dünya nüfusu iyice artmış- kalabalıklaşmış, suçun gündelik yaşamda olağan hale geldiği, egemen sınıfların ise bu kalabalıktan korkarak uzayda Elysium adını verdiği bir yerleşim biriminde tüm teknolojik olanakları kullandığı bir cennet yaratmış durumda.

Hikayenin kahramanı daha önce bir kaç defa cezaevine girip çıkmış, fabrikada çalışan bir işçi. çalıştığı robot fabrikasında işçiler aşağılanıp hor görülüyor. fakat dünyadaki yoksulluk göz önünde bulundurulduğunda büyük bir nimet bu fabrikada çalışmak. bundan sonrasında ise hikayenin kahramanı fabrikada aşırı radyasyona kalıp 5 gün içerisinde öleceğini bir robot tarafından bildirilip eline bir kutu ilaç tutuşturularak kapı önüne konulmasından sonra yaşamak için elysiuma çıkma ve tedavi olma mücadelesine dönüşüyor.

bu noktadan sonra hikaye çok fazlasıyla yorucu ve bir türlü kendini toparlayamayan, aksiyona dayalı bir gürültü haline dönüşüyor. hemen her şey bir anda oluveriyor çünkü, neyin ne olduğunu doğru düzgün öğrenemeden, bir anda bir çok şey oluyor ve doğru düzgün odaklanamamayı beraberinde getiriyor. halbuki gerçekten de iyi olabilecek bir hikaye altyapısına sahip. öngördüğü uzak gelecek, bugünden bakıldığında gerçeğin çok uzağında değil. işin içinde sınıf vurgusu da var. ama nedense bunun hakkını vermek yerine dünyada ve yapay dünyada bir dövüş filmine dönüşüyor.

son zamanlar izlediğim yakın tarihli amerikan menşeli prometheus, oblivion dan sonra gene tam olamamış dediğim bir bilimkurgu elysium.

Un coeur en hiver/ Ayazda Bir Yürek (Claude Sautet)


Albert Camus'un Yabancı romanındaki karaktere benziyor daha çok Maxime karakteri. konservatuardan yeteneğim yok diyerek ayrılmış, fakat müzikle olan ilişkisini kesmemiş, keman tamiri yapan oldukça içe kapanık, kendinden bahsetmeyi sevmeyen, duygu ve düşünceleri pek açığa vurmayan, daha çok duygusuz ve tepkisiz bir adam.

Patronun müzisyen sevgilisiyle tanıştıktan sonra, ve kadın ona aşkını itiraf ettikten sonra da bir tepki vermiyor. zaman zaman yakınlaşmasını ve ileriye doğru adım atmasını görsek de, bu elde etme biçimi patronuna ceza vermek istemesinden kaynaklı olduğunu söylüyor. kadını kendine aşık edip bırakacak, böylece arkadaş olmadığını söylediği patronuna da bir ceza vermiş olacak.

Elde etmek sahip olmak gibi bir düşüncesi yok. yalnızca seyretmekten hoşlanıyor. konserini seyretmek, keman çalarken izlemek, karşısında konuşmasını dinlemek gibi. arzuları olmayan bir adamın buna yönelmesi oldukça normal. iradesizliği ve tepkisizliği o denli boyutları fazla ki, bir akşam en sevdiği dostunun rahatsızlanmasını bile kapının kenarından seyrediyor.

Daniel Auteil'in bu iradesiz, yalnız, tepkisiz, içe kapanık karakteri olağanüstü oyunculuğuyla öne çıkıyor. Özellikle patronun evlenmek üzere olduğu ve yaşayacağı evi gösterdiği sahnede, onun amacına ulaşamayan, tükenmişlik durumunu vücut diliyle, tedirgin olan gözleriyle anlattığı sahne için bile seyredilmeye değer.



4 Eylül 2014 Perşembe

JCVD/ Kod Adı: JCVD (Mabrouk El Mechri)



90 lı yıllarda çocukluğunu yaşayanlar için gerçek bir fenomen o. bir kaç tane özel kanalın olduğu bir dönemde, gece yarılarına doğru hangi mahalle çocuğu onun Kan Sporu filmini izledikten sonra onun gibi tekme atmaya, bacaklarını 90 derece açıp oturmaya çalışmadı. hangi çocuk o dönem birden bire yaygınlaşan karate salonların önünde asılı posterine hayranlıkla bakmadı. hangi çocuk hiç harçlığı olmasa dahi bir karate dergisinin kapağında onu görünce "aaa van damme lan bu, keşke alabilseydim" diye düşünmedi...

Çocukluğumuzun kahramanı. Belçikalı. Jackie Chan'in komikliklerine karşı o her daim sert duran bir kahraman. sıkı ve kaslı bir vücut. güzel bir yüz. Kan Sporundan sonra yaygınlaşan şöhreti ona holivudun kapılarını açar. Zor Hedef, Evrenin askerleri bir sürü gişe başarısı kazanmış filmde görünür. daha sonrasında şöhret ve paranın etkisiyle uyuşturucuyla tanışır, hollywoodun baş aşağı düşen yıldızlardan biri haline gelir.

Bu film o sönmüş yıldızın, ama hala belçika sınırları içerisinde bir kitlesi olan bir aktörün kendisini oynadığı, parasızlıkla, belayla birebir cebelleştiği, kurmacayla gerçeği doğru düzgün kurguyla anlatan eli yüzü düzgün bir film. aynı zamanda van damme ın o meşhur beş dakikalık monologuyla bir günah çıkarma sekansına da sahip.

Artık güçten düşmüş, iyi teklfler alamayan, borçlarını ödemekte zorlanan, mahkemelerde bile kaybeden bir adam. bir postahane soygunun içinde buluyor kendini. görgü tanıkları onun postahaneyi soyduğunu medya aracılığıyla ülkeye yansıtınca, avukatı dahi ona sırt çeviriyor. tüm çıkarcı çevrelerin sırtını döndüğü bu adama aynı zamanda devlette ayrıcalık tanımıyor...

Van Damme ın ismini hatırlamadığım bir filminde hocası tarafından diskoya götürülüyor, orada iyice içtikten sonra, pistte kızlarla dans etmeye başlıyor, bu sırada bir kaç serseri onunla tartışmaya giriyor ve kavga başlıyor. Absürd bir sahnedir, van damme sarhoştur, adamların hakkından gelir ve bunu yaparken de pistte dans etmeye devam eder. o çeviklikten geriye zaman ilerledikçe bir şey kalmaz... imdb de izleyiciler tarafından en beğenilen van damme filmi jcvd dir. gerçekten de en iyi oyunculuğu ve en  iyi filmidir.

2 Eylül 2014 Salı

Paths of Glory/ Zafer Yolları (Stanley Kubrick)



Belkide, Lewis Milestone'un Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filminden sonraki en iyi anti-militarist film. Savaşın acımasızlığını, ast-üst ilişkileri ve maceracı komutanları, askeri mahkemeleri, kısacası militarizme tümüyle karşı cepheden bakan bir film.

Kubrick bunu yaparken 1. dünya savaşına dönüyor. Fransa ordusu ve Almanlar arasında uzun süren savaşlar da bir kaç yüz metre ilerleyip daha sonrasında geriye çekildikleri ve her ilerleme ve geri çekilme sonrasında binlerce askerin öldüğü bir cephedeyiz. Bir gece general albayına emir vererek sabahleyin ant tepesine saldıracaklarını, destek geleceğini ne kadar kayıp verirlerse versinler almak için almanlarla savaşılacağını belirtiyor. Ertesi sabah tepeye doğru hücum başladığında almanlar yoğun bir topçu ateşine tutuyor fransızları. Büyük kayıplar verilirken, dürbünle komuta merkezinden savaşı izleyen general diğer birliğinde siperlerden çıkmasını ve saldırmasını emrediyor. siperdeki askerler bu emre uymayınca, general hiddetleniyor ve birliğin topçu ateşine tutulmasını emrediyor. topçular da böyle bir emri yazılı olmadığı sürece yerine getirmeyeceğini söylerken, ertesi gün başarısız olan bu girişimin sorumlusu askerlerin en az yüz tanesinin askeri mahkemeye çıkarılacağını ve düzmece bir yargılamadan sonra idama mahkum edileceğini böylece diğerlerine ders olacağını söylüyor. bir pazarlık sonrası idam edilecek kişi sayısı 3 askere düşüyor, ve askeri mahkemede korkaklıktan yargılanıyor.

Kubrick'in savaşı ve militarizmi mahkum ettiği bu filmde, savaşı cesur kahraman askerler üzerinden değil, korkak askerler üzerinden anlatıyor. korkunun boyutları, sıradan asker için ölmek olurken, rütbeli askerler için ceza almak ya da terfi edememe üzerinden tariflendiriyor Rütbeli askerler için savaş bir şans. Hükümranlığını sürdürebileceği, egolarını tatmin edebileceği, toplum nezdinde kahramanlaşacağı, orduda yükselebileceği... bu yüzden dolayı da savaş bitmesini istemeyecekleri bir süreç.

Ölümün sıradanlaştığı, şiddetin kanıksandığı, insan hayatının sudan ucuz bir hale geldiği bir yerde korku neden var olabilir? siperlerinden çıkmayan askerlerin korkuları, ulus, zafer, milliyetçilik kavramlarına yenik düşmesinin sebebi onların yeterince ideolojiden yoksun bırakılmaları mı yalnızca? bir gün önce ölümden korkmadığını söyleyen insanlar, ertesi günü cehenneme dönen dünyayla karşılaşınca hareket etmiyorlar. bir vijdani red söz konusu değil. ya da silahını komutanlarına çevirip biz bu savaşı kabul etmiyoruz diye bir devrimci durum da söz konusu değil. bu ortada kalış, ölmeyi reddeden, ölüme düşman kurşunlarıyla değil kendilerinden çıkan kurşunla gidişleri filmin asıl hüzün barındıran yanı.

bu doğrultuda bu hüzne karşı koyan bir albay her ne kadar askerlerden yana tavır alsa da, hiyerarşik bir düzen içinde sözünü yeterince dinletemiyor. yapabileceği en fazla şey, tutsak alınmış bir alman kadının söylediği halk şarkısıyla, o ana kadar kendisiyle dalga geçen bir bölük askerin, insan olduklarını hatırlamasına bir kaç dakika daha izin veriyor...

benzeri olmayan, fransada senelerce yasaklanmış bir başyapıt.





Barry Lyndon/ Stanley Kubrick



Hikaye avrupada 7 yıl savaşları döneminde geçiyor. İrlandalı Barry Lyndon kendinden yaşça büyük kuzenine aşık olur. kuzeni zengin bir ingiliz subayıyla evleneceğini duyunca buna engel olmak ister. kuzenin ailesi bu ingiliz subayıyla kızını evlendirirse borçalarından yavaş yavaş kurtulacaktır. Bir tanışma yemeğinde Lyndon subaya meydan okur. ve bir düello ister. kendisinin bilmediği bir düzmece düello planlanır, subayı öldürdüğünü sanar ve ingiltereyi terk etmek için yola düşer. yolunu kesen iki soyguncu tüm parasını ve atnı alır. çaresiz kalan Lyndon para kazanmak için İngiltere ordusuna yazılır...

Kubrick'in filmi iki bölüme ayrılıyor. 1. bölümde ana karakterin savaşla birlikte yükselişi ve yüksek sınıflara yaranarak ve çeşitli oyunlarla sınıf atlayıp zenginleşmesini. 2. bölümde ise zenginleştikten sonra hırslarına mağlup alan ve zekasını yeterince zenginliğini korumak için kullanamayan adamın önlemeyen düşüşü.

lyndon karakteri maceraperest bir adam. riskleri göze alabilen, gözüpek bir cesarete sahip. öyle ki, aşkı için düelloya tutuşan, beş parasız kaldığı zaman ingiltere ordusuna yazılmaya tereddüt etmeyen, savaşın bıktırıcılığından ve dilediği gibi bir hayat sürememesinden kaynaklı ordudan kaçan, alman ordusuna yakayı ele verdikten sonra korkusuzca almanlarla birlikte savaşabilen, alman devleti tarafından bir şövalyenin ajan olup olmadığını öğrenmesi için gönderildiğinde ona alman devleti tarafından gönderildiğini itiraf eden, soylu sınıfa mensub kötürüm bir adamın elinden karısını alıp sınıf atlayan.

bu cesareti aslında onun yaşamla kurduğu bağlantıdan daha açıkçasını söylemek gerekirse, o anda ne yapılması gerekiyorsa onu yaşamak için sonucu her ne olursa olsun yaşama arzusundan. sonuçlarını düşünmeksizin hareket ediyor. öleceğini düşünmeden aşkı için düello yapıyor, yakalanıp cezalandırılacağını düşünmeden askerden firar ediyor, zengin olduktan sonra batacağını düşünmeden harcıyor, üvey oğlunun ona düşman olabileceğini düşünmeden onu cezalandırıyor, hatta onla düello yaparken üvey oğlunun kendisini öldürebileceğini düşünmeden atış hakkını yere ateş ederek harcıyor.

Zekasıyla değil, aslında tam olarak güdüleriyle yaşıyor. zekasıyla yaşayan bir insan kendisine düşman olmuş silahlı bir insana silahını yere doğrultarak ateş etmez. onun sona kadar iyi yerlere getiren, hatta sınıf atlatan bu güdüleri, sonrasında ise işe yaramaz oluyor. yoksullaşıp beş parasız kalıp, ailesini de bitiriyor.

Kubrick'in fırsatçı insanı anlattığı bu film, sinemasal anlamda kendine aykırı bir yerde dursa da, onun savaşa, acımasızlığa, üstün körü sevgiye, üst sınıflara, bir döneme de bakışını anlatıyor. olağanüstü manzaralarla süslediği bu filmde, farklı bir teknik kullanarak mum ışığındaki sahnelerle hem o dönemi birebir izleyiceye hissettiyor hem de gerçekçilik konusunda bir öncü oluyor. sonuç olarak bir dönem, bir kişi, ve bir dönemin sonu hakkında etkileyici bir Stanley Kubrick filmi.