Adı sanı bilinmeyen bir ülke ve zaman... hükümet görevlisi Guardado eve dönerken bir geceyarısı, arabasının lastiği patlar. Yardımına gelen bir doktor, onu evine kadar getirir. Bu sırada elektrikler ve telefon hatları yağmurdan kesilmiş, radyodan son haberleri dinleyen karısı eve geç gelen kocasına kızmıştır. Avukat olan kocası hükümet başkanına geçmiş dönemdeki işkencecileri yargılama yönündeki kanunlarda pasif kaldığından dolayı karısından tavır görür. Kısa bir süre sonra adama yardım eden doktor tekrar eve gelir ve misafir olarak kabul edilir. Kadın bir şeylerden şüphe ederek adamın arabasını kaçırarak yola çıkar. Tekrar geriye döndüğünde kocasına, seneler önce kendisine tecavüz eden ve işkence yapan doktor olduğunu, onu sesinden ve kokusundan tanıdığını söyleyerek rehin aldığı doktora suçunu itiraf etmezse öldüreceğini söyler.
Ariel Dorfman'ın ölüm ve genç kız oyunundan uyarlama film, tek bir mekanda bir geceyarısı, üç oyuncunun arasında geçen hikayeyi anlatıyor. Kadının iddia ettiği suçu kabul etmeyen ve o dönemde yurtdışında olduğunu söyleyen doktor ve onun masum olduğuna inanan kadının kocası arasında gel gittlerle devam eden, atmosferi yoğun kuvvetli bir film. Film genel olarak güç-iktidar, kadın-erkek ilişkisi üzerinde dönen bir yapıya sahip. Adam masum rolü yapıyor, kadın da bir paranoyak olabilir, fakat bunun gerçeğini son ana kadar bilemiyoruz. Filmin sonundaki itiraf gerçek mi, yoksa adamın ölümden korktuğu için yaptığı bir itiraf mı sorusuna gerçek anlamda cevap bulmak da güç.
Sinema akılda sorular bıraktığı zaman daha bir güzel... Ben Kingsley ve Sigourney Weaver in oyunculuklarıyla sürüklediği, tek bir mekanda bir gecede geçen psikolojik yönleri ağır basan sağlam bir film Ölüm ve Bakire.
figüran
28 Ocak 2016 Perşembe
25 Şubat 2015 Çarşamba
Küba, müzik...
Kübaya gidemiyoruz, orada yaşama şansını bulamıyoruz, havasını suyunu alamıyoruz belki ama onun müziğiyle de olsa bir parça olsun oradan bir esinti bulabiliriz :)
24 Şubat 2015 Salı
Parmaklar, yüzükler..
22 Şubat 2015 Pazar
Samsara / Ron Fricke
Tıpkı Baraka daki gibi anlatıcı bir ses yok, gene görüntüler anlatıyor her şeyi. Uzakdoğuda geleneksel danslarından birini yapan üç kızın görüntüleriyle açılıyor film, kadınların robotsu ifadeleri, mekanik hareketleri, gözlerini çevreleyen abartılı makyajlarıyla tüyler ürperten bir görüntü oluşturuyor. arkasından çöllere terkedilmiş şehirlere, tahribata uğramış marketlerde ve içi kum dolan evlerde dolaştırıyor kamerasını. tapınaklardan afrika daki ilkel kabile yaşantısındaki dingin görüntülerin ardından bir anda hızlandırılmış görüntülerle ışıklar içinde bir şehrin üzerinden kuşbakışı görüntülerle izleyene şok yaşatıyor film. Hiç beklemediğimiz bir biçimde, hızın, ve kalabalığın arasında kayboluyoruz. şehrin o keşmekeşinden ofislerin mekanik işleyişine alıp götürüyor bu sefer.
Sesler ve görüntüler... çalışma hayatının- üretim biçimlerinin dayattığı yabancılaşma, doğadan uzak insanı depresif bir ruh haliyle kuşatıyor. Tam bu sırada bir performans sanatçısının, beyaz yakalı bir çalışanı canlandırdığı kurguyla şok ediyor. adam elindeki boyalı çamuru yüzüne sıvıyor, saçlarına bulaştırıyor, tırnaklarını geçiriyor, kalemlerle delirmiş bir şekilde gözler açıp kanatıyor, kendini duvardan duvara vuruyor, yüzündeki maskeyi söküp atıyor, mekanik seslerle bir canavara dönüşüyor..
Kapitalist üretim biçimini ve tüketimi de gene bu hız döngüsüyle görsel bir anlatımla betimliyor, bir araba fabrikasındaki bant sisteminden çıkan arabalar gemilere bindirildikten sonra birden bir presle ezilip hurdaya dönüştürülen araba görüntüsü bir kaç defa ekrana geliyor...
Silah üretiminden, modern askeri birliklere, ve oradan afrikadaki silahlı insanların yüzlerindeki mutsuzluk ve öfkeye kamerayı çeviriyor yönetmen kamerasını. Filmdeki bu karşıtlıklardan oluşan görüntülerin belki de en kötü anlamda etkileyicilisi, her bir katta kendine özel havuzu olan binaların hemen dibindeki binlerce yoksulun yaşam savaşı verdiği varoşların resmedilmesi. Kamera varoşları çevreleyen duvarların bitişiğindeki zenginlerin semtine kuşbakışıyla geçiş yapıyor...
Daha çok uzun şeyler yazılabilir bu belgesel hakkında, ne kadar uzun olursa da hepbir şeyler eksik kalacaktır belki de, en iyisi mi vakit kaybetmeden izlemek lazım, 70 mm lik olağanüstü görüntüleriyle, müzikleriyle, nefis bir dünya gerçeği Samsara.
13 Eylül 2014 Cumartesi
The Spy Who Came From In Cold/ Soğuktan Gelen Casus (Martin Ritt)
soğuk savaş döneminin en etkili casusluk filmi. batılı emperyalist devletlerin casus profilini, kriminalize olmuş hayatlarını en etkin biçimde deşifre ediyor. batı berlinde ingiliz ajanlarının başında görev yapan casus alec işsiz kaldıktan sonra bir kütüphanede çalışır. bu sırada tanıştığı komünist bir kızla ilişki yaşamaya başlar. ingiliz devleti onu doğu berline göndererek komünist topraklarda bilgi kirliliği yaymak ve demokratik alman cumhuriyetinin ajanlarından birinin mahkum olmasını sağlanması görevini verir.
amaca ulaşmak için herhangi ahlaki kural yoktur. herkes kullanılabilir ve kullanıldıktan sonra bir kenara atılabilir. atan da memnun atılan da memnun olmaz. casus profilini john le carre dikkat çektiği nokta burası. hem bir yandan kullanıldığını bileceksiniz hem de öte yandan verilen görevi yerine getireceksiniz.bu çelişkinin açıklamasını casusun ağzından yaptırıyor, fiedler idealist demokratik alman cumhuriyetine inandığı için casus olduğunu anlatırken, alec bunu yalnızca para için ve iyi yaşam tarzı için yaptığını söylüyor. yapacak başka bir şey olmaması sıradan bir zekaya sahip olması da bu işin olmazsa olmazları.
nitekim casus ve devletin amacına ulaştıktan sonra casusu bertaraf etmesi de işin bir başka doğal yönü. görev tamamlandı ve artık sana bundan sonra ihtiyaç kalmadı... john le carre in romanından uyarlama film siyah beyaz olağanüstü görüntüleriyle, gerçekçi bir bakış açısıyla hem dönemin emperyalist politikalarını hem de casusun kaderini resmeden harika müziklere sahip etkileyici bir film.
8 Eylül 2014 Pazartesi
Elysium/ Yeni Cennet (Neill Blomkamp)
Holivudun elindeki teknik olanaklar, sinema yapabilmek için parasal güç, gerçekten de iyi yaratıcıların elinde olsa çok daha önemli filmlerin çıkabilme olasılığına bir örnek Elysium. Hikaye 2154 yılında geçiyor. dünya nüfusu iyice artmış- kalabalıklaşmış, suçun gündelik yaşamda olağan hale geldiği, egemen sınıfların ise bu kalabalıktan korkarak uzayda Elysium adını verdiği bir yerleşim biriminde tüm teknolojik olanakları kullandığı bir cennet yaratmış durumda.
Hikayenin kahramanı daha önce bir kaç defa cezaevine girip çıkmış, fabrikada çalışan bir işçi. çalıştığı robot fabrikasında işçiler aşağılanıp hor görülüyor. fakat dünyadaki yoksulluk göz önünde bulundurulduğunda büyük bir nimet bu fabrikada çalışmak. bundan sonrasında ise hikayenin kahramanı fabrikada aşırı radyasyona kalıp 5 gün içerisinde öleceğini bir robot tarafından bildirilip eline bir kutu ilaç tutuşturularak kapı önüne konulmasından sonra yaşamak için elysiuma çıkma ve tedavi olma mücadelesine dönüşüyor.
bu noktadan sonra hikaye çok fazlasıyla yorucu ve bir türlü kendini toparlayamayan, aksiyona dayalı bir gürültü haline dönüşüyor. hemen her şey bir anda oluveriyor çünkü, neyin ne olduğunu doğru düzgün öğrenemeden, bir anda bir çok şey oluyor ve doğru düzgün odaklanamamayı beraberinde getiriyor. halbuki gerçekten de iyi olabilecek bir hikaye altyapısına sahip. öngördüğü uzak gelecek, bugünden bakıldığında gerçeğin çok uzağında değil. işin içinde sınıf vurgusu da var. ama nedense bunun hakkını vermek yerine dünyada ve yapay dünyada bir dövüş filmine dönüşüyor.
son zamanlar izlediğim yakın tarihli amerikan menşeli prometheus, oblivion dan sonra gene tam olamamış dediğim bir bilimkurgu elysium.
Un coeur en hiver/ Ayazda Bir Yürek (Claude Sautet)
Albert Camus'un Yabancı romanındaki karaktere benziyor daha çok Maxime karakteri. konservatuardan yeteneğim yok diyerek ayrılmış, fakat müzikle olan ilişkisini kesmemiş, keman tamiri yapan oldukça içe kapanık, kendinden bahsetmeyi sevmeyen, duygu ve düşünceleri pek açığa vurmayan, daha çok duygusuz ve tepkisiz bir adam.
Patronun müzisyen sevgilisiyle tanıştıktan sonra, ve kadın ona aşkını itiraf ettikten sonra da bir tepki vermiyor. zaman zaman yakınlaşmasını ve ileriye doğru adım atmasını görsek de, bu elde etme biçimi patronuna ceza vermek istemesinden kaynaklı olduğunu söylüyor. kadını kendine aşık edip bırakacak, böylece arkadaş olmadığını söylediği patronuna da bir ceza vermiş olacak.
Elde etmek sahip olmak gibi bir düşüncesi yok. yalnızca seyretmekten hoşlanıyor. konserini seyretmek, keman çalarken izlemek, karşısında konuşmasını dinlemek gibi. arzuları olmayan bir adamın buna yönelmesi oldukça normal. iradesizliği ve tepkisizliği o denli boyutları fazla ki, bir akşam en sevdiği dostunun rahatsızlanmasını bile kapının kenarından seyrediyor.
Daniel Auteil'in bu iradesiz, yalnız, tepkisiz, içe kapanık karakteri olağanüstü oyunculuğuyla öne çıkıyor. Özellikle patronun evlenmek üzere olduğu ve yaşayacağı evi gösterdiği sahnede, onun amacına ulaşamayan, tükenmişlik durumunu vücut diliyle, tedirgin olan gözleriyle anlattığı sahne için bile seyredilmeye değer.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)