23 Şubat 2014 Pazar

Act of Killing (Öldürme Eylemi)/ Joshua Oppenheimer

Söylenebilecek o kadar çok şey var ki bu belgesel film için, hangi birinden nereden başlasam diye düşünüyorum. bir belgesel olarak izleyiciye, var olan katliam belgesellerini katliamı yaşayanların acılarını anlatarak değil de, katliamı yapanların hiçbir suçluluk ve pişmanlık duygusu duymadan ve işkence edip öldürdüklerini övünerek anlatan infazcıları bize ilk kez gösterdiği için ve aynı zamanda bir toplum, bir devletin hala bu katilleri koruyup kahraman ilan ederek yaşattığına tanık olup nefret etmek için önemli bir ilk. Bu doğrultuda, yalnızca 2013 yılının değil bana göre yüzyılın en önemli filmlerinden biri. Andrei Malroux'nun edebiyattaki İnsanlık Durumu romanı ne kadar önemliyse, Act of Killing/ Öldürme Eylemi o kadar sinemada önemli bir film. Müziksiz, tarafsız, anlatıcı bir ses olmadan Endonezyadaki yaşanan insanlık durumunu belgeleyen benzersiz bir sinema.

yönetmen Oppenheimer Endonezyada yaşanan katliamı anlatmak için yola çıktığında, katliamı yaşayan insanların bastırılmış olduğunu görüp katliamı gerçekleştiren insanları anlatmaya çalışmış. Anwar Congo adındaki infazcı onun ulaşıp konuşturmayı başardığı 41. kişiyi. diğer 40 kişi devlet tarafından korumaya alınmış ve konuşmayı kabul etmemiş kişiler. Yönetmen, Anwar Congo ve arkadaşları üzerinden bir film yapacağız bahanesiyle onlara yaşattırdıklarını anlattırmış.

1965 yılında ordu bir darbe yaparak yönetime el koyar. o dönemde Endonezya da yükselen solu ezmek için ordu kendisi bizzat değil de, paramiliter çetelere öldürme yetkisi verir. komünist olarak varsayılan herkes, sendikalı işçiler, aydınlar, topraksız köylüler, çinli azınlıklara karşı katliamlar yapılır. 1 milyon kişi öldürülür. katliamları gerçekleştiren katiller cezasız kalmakla birlikte lüks içinde hayatlarına devam etmektedir. (bu mide bulandırıcı bu aşağılık devletin nüfusun yüzde 90 ı müslüman olan dünyanın en kalabalık müslüman ülkesi endonezya da katiller serbest ve o katliamları yapan çete şu anda 3 milyon üyesi olan, çinlilerden zorla haraç toplayan, yasadışı her tür pisliğe bulaşan legal bir örgüt.)

Katiller, kendi babalarını dahi öldürmelerini anlatırken rahatlığı, arada espriler yapması, hatta ve hatta "sizi eleştirmiyorum, sadece olması gerektiği için ,bunları yaptığınız için teşekkür ediyorum,"demesi gerçekten insanın kanını donduracak cinsten bir durum. Katiller işledikleri cinayetleri anlattıklarında vicdani hiçbir muhasebeye yer vermiyor. öyle ki, cinayetleri kendi yaşamlarındaki teknik ayrıntılar olarak görmekten kaçınmıyorlar. Yerler kan olmasın diye artık tellerle boğarak öldürüyorduk, demeleri ne kadar mide bulandırıcıysa, kabuslar görmesinin tek sebebinin, öldürdüğü bir adamın gözlerini bağlamaması olarak düşünmesi de bir hayli o kadar mide bulandırıcı.

O dönemin katliam yapan insanları devletin çeşitli kademelerinde, bakan, vali ya da zengin biri olarak devletin koruması altında hayatına devam etmesi, insanlıktan nasibini almamış bu ülkenin hala bunlarla hesaplaşamaması kadar korkunç ne olabilir. hatta onu geçelim, bir de devlet televizyonlarına bunları çıkartıp, söyleyin bakalım nasıl öldürdünüz, iyi ki öldürmüşsünüz deyip onları kahramanlaştırması kadar akıl dışı ne olabilir.

Kendilerini kahraman gibi görmelerinin boyutları o derece büyük ki, Anwar Congo çektiği filmin sonunda, öldürdüğü bir Çinli tarafından boynuna madalya takılıp, iyi ki beni öldürmüşsünüz sayenizde cennete kavuştum, demesi yalnızca örneklerden biri. Yaptığı işkenceleri televizyondan seyrederken, torunlarına da bunu seyrettirmesi, son sahnede insanları öldürdüğü yere gidip vijdanıyla baş başa kalarak dakikalarca öğürüp kusamaması, zaman zaman gelgitler yaşayasa da, onun hala cezasız kalmış suçlarından pişmanlık duymaması anlamına gelir.

Tek dertleri para olan, "öldürürken neşeliydik dans ediyorduk neşeyle öldürürdük" diyen, kullandıkları maddelerle kendinden geçtiğini anlatanları seyretmesi zor bir deneyim, tanık olması zor, çaresizlik ise ashap bozucu.















15 Şubat 2014 Cumartesi

Secrets and Lies (Sırlar ve Yalanlar) Mike Leigh


film bir cenaze töreniyle açılır, gömülen tabutun ardından gelen sahne gelinlik giymiş bir kadının fotoğraflanması. cenaze ve düğün. üzüntü ve sevinç. yaşamın son bulması ve hayatın bir anlamda çoğalarak devam etmesi. mike leigh'in filmi sırlar ve yalanlar bu iki kavram üzerinden yaşam buluyor. bir kutu fabrikasında işçi olarak çalışan, hayattan hiçbir beklentisi olmayan, yaşadığı mutsuzlukları alkolle bastırmaya çalışan ve bunda da başarılı olamayan, yoksul bir yaşam süren bir kadın ve onun belediye de çöpçü olarak çalışan kızını, ama asıl olarak kadının hiç beklemediği bir anda bir telefon gelmesiyle sarsılan tüm aile bireylerini ve kendisini konu edinir. telefondaki ses, kızı olduğunu söyler. şaşkına dönen kadın ilk önce bir daha kendisini aramamasını söyler fakat bir süre sonra merakı ve anaç duyguları daha baskın gelir ve görüşmek ister.

Sıradan insanların öyküsü bu. Brenda Bleythn'in olağanüstü oyunculuğuyla, doğaçlamalarıyla ünlü bir film. kadının ağlayarak kızıyla buluştuğu sahnede, iyi ama sen benim kızım olamazsın, sen siyahsın ve benim hiç siyahla ilişkim olmadı dedikten on saniye sonra durup hatırlayarak yeniden ağlamaya başlaması her sinemaseverin hayran kalacağı sahnelerden bir tanesi. hele ki o telefonda, bir daha beni arama dediği sahnede insanın ister istemez yüreği burkuluyor.

kadının yalnızca kendisinin herkesten sakladığı sırları yok, aynı zamanda uzun süredir konuşmadığı erkek kardeşinin de kendi ailesiyle ilgili sırlar, filmin sonunda gün yüzüne çıkıyor... hayat aslında bu film gibi, herkesin ailesinden sakladığı açıklamadığı bir sırrı vardır, ve bu sırrı çeşitli yalanlarla üzerini örter. ta ki gerçek kapıyı zamansız bir biçimde çalıncaya kadar. gerçek kapıyı çaldığında önce bir şok yaşarsınız, sonra kabullenip kabullenmeme ve kabul ettirebilme üzerine düşünürsünüz ve bunu nasıl hayata birebir geçireceğinizi. film işte bu gerçeklik üzerinde yükseliyor.

Mike Leigh'in ingiliz sinemasına ve dünya sinemasına armağan ettiği başyapıt, hiçbir şekilde konu ilginizi çekmese dahi, sadece Brenda Bleythn in oyunculuğunu görmek için yeterli.

Yojimbo/ Akira Kurosawa


Sanjuro adında bir samuray geldiği kasabada iki aile arasında çıkan çatışmanın ortasında bulur kendini. kılıç kullanmadaki ustalığıyla her iki tarafın tüm üyelerinden üstündür. bu hesaplaşmada ister istemez tarafsız kalamaz ve en çok parayı veren tarafta olacağını belirtir. ona en çok parayı veren aile tarafından ihanete uğrayınca tarafını tekrar değiştirmek zorunda kalır...

sanjuro savaştan çıkarları için, para için tarafını seçtiği gibi görünse de, asıl derdi para olmayan ve aldığı parayı da kurtardığı bir aileye verecek kadar iyiliksever bir kahramandır. sonuna kadar, hatta ölümüne bu dövüş içinde kalması onun pisliği tamamen temizlenmeden bu olayların devam edeceğini bildiğinden kaynaklı kasabadaki herkes ölene kadar devam eder.

Kurosawa'nın bu seyirlik filmi, özellikle amerika merkezli sinema tarafından çok sevilmesinin sebebi amerikan sinemasıyla özelde western sinemasıyla kurduğu bağlantıdan kaynaklıdır. öyküsünden karakterlerine western sinemasına kafa tutan bu yapım, westerne göndermesini filmin sonlarına doğru ortaya çıkan ateşli silahla yapıyor. daha sonra sergio leone nin bu filmin haklarını satın alıp yeniden çevirmiş, walter hill in bruce willis oynadığı last man standing le bir daha çekmiştir.

Kurosawa sinema tekniğini konuşturduğu bu filmde derin odaklamalar, geniş planlarıyla, kuşbakışı meydanı görsellemesiyle, sinema tarihinde önemli bir yeri olan film Yojimbo.

12 Şubat 2014 Çarşamba

Le Samourai/ Jean Pierre Mellville

"Samurayın yalnızlığı ancak balta girmemiş ormandaki kaplanın yalnızlığıyla kıyaslanabilir."

Melville'in bir çok sinemacıyı etkileyen filmi bu sözlerle başlıyor. Stilize edilmiş bu filmde kiralık bir katili oynayan buz gibi oyunculuğuyla Alain Delon trençkotlarıyla, şapkasıyla, mekanlarıyla bir başyapıt.

İşlediği cinayetin ardından peşine düşen ve kendisini yakalamayı inat haline getirmiş bir komiserle peşindeki mafyayla yalnız çalışan kiralık katilin öyküsünde, özellikle paris metrosunda kedi fare oyununa dönen tadından yenmez sahnesiyle ünlüdür.

Melville'in kiralık katilinde insani duygu yoktur. bir psikopat da değildir. para için adam öldüren katil sonunda öldürülmesi gereken kişiye silahını doğrultsa da ateşlemez. Hisleri, yaşadıkları, geçmişinden bi haber olduğumuz kahraman, çok fazla konuşmaz, kendini anlatmaz...
üzerine çokça kafa yormaya gerek olmayan güzel ve önemli bir seyirlik. görülmesi gereken bir film.

Y tu Mama Tambien (Ananı da...)/ Alfonso Cuaron

Toplumsal yaşamla ilgisi varla yok arasında olan biri zengin diğeri yoksul bir aileden gelen iki yeniyetmenin bir gün karşılaştığı, kocasıyla sorunları olan bir kadınla olmayan bir yere yolculuğunu anlatır Y tu Mama Tambien..

Yolculuk boyunca baştan çıkarmaya çalıştıkları kadın ile birlikte olmak dışında hiçbir dertleri olmayan bu iki arkadaş yolculuk ilerledikçe birbirlerinin kirli sırlarına şahit olurlar. sabun köpüğü hayat felsefeleri onları birbirine yaklaştıran neden iken, onları uzaklaştıran sebep ise asıl olan gerçeklerdir.

Alfonso Cuaron, genel olarak ergenlerin hayata bakışını tasvir ettiği  bu filmde aynı zamanda yolculuk boyunca 1999 yılının meksikasının politik ve toplumsal çalkantılarından kesitler verir. 71 yıl boyunca devrimci kurumsal partiden devlet başkanı çıkaran meksika halkı kırsal kesimin yoksulluğuna baş kaldırışı içler acısı hali, gene bu çocukların gözlerinin önünden geçer. yalnızca onların arabalarıyla yolda geçip gördüğü anlık olaylardan ibarettir herşey aslında. toplumsal olaylara algıları kapalıdır. derinlemesine bir tartışmaya girmelerine ne yetileri vardır ne de merakları. filmin acıklı tarafı da bu noktada belirir, meksika yeni bir tarih yazarken, gençler buna kafa yormaz, aldırış etmez.

yönetmenin zaman zaman müziği kısıp, anlatıcı bir sesle kişiler, geçtikleri yerlerle ilgili bilgiler verir. Bu, gerçekçi bir öyküye aynı zamanda bir masalsı hava da vermektedir. 

Filmin o meşhur son sahnesinde kadının bu iki gence ders verme niteliğinde gibi bütün kirli çamaşırlarını ortaya döktükleri o tekila içtikleri finalde bir çok kişinin unutulmazları arasına girer. düşüp kalktıkları insanlar ailelerine kadar gitmektedir ki, en sonunda birbirleriyle birlikte olurlar ve utancından birbirlerinin yüzüne bakamaz hale gelirler.. 

Her insanın kaldıramayacağı sabır isteyen bir film Ananı da. kolay kolay unutulmayacak bir öykü, Gael Garcia Bernal'in muhteşem oyunculuğu...

8 Şubat 2014 Cumartesi

Skyfall/ Sam Mendes

Bir bond filminde değişenler vardır bir de değişmeyenler, oyuncuları sürekli değişse de bond hiç değişmez. Hep yakışıklıdır, hiç yenilgi duygusunu tatmaz, vatanına sadıktır, sağlam içer, yaşlanmaz, , teknoloji harikası oyuncakları vardır, çevresinde güzel kadınlar vardır- ilişkileri olmuştur ama evlenmeyi düşünmez (casino royale de her nekadar buna yaklaşmış olsa da güzeller güzeli eva green in ölmesiyle rüyası son  bulmuştur), emekliye ayrılmaz, çeviktir, hoplar zıplar dayak yer kurşun yer ama hiç ölmez ya da sakat kalmaz, kaçınılmaz son da düşman kim olursa olsun o hep kazanır.

tüm bond filmleri gelenekselleşmiş on onbeş dakika süren uzunca bir aksiyon sahnesi ile başlar, sahne bitince bir şarkıyla jenerik akar ve asıl konuya girer. Skyfall da bir bond film olarak öncekilerinden ayıran çokça bir şey yok, gene aksiyon dolu fantastik başlangıç sonra su gibi akan hızlı bir serüven.

Skyfall'u diğerlerinden farklı kılan, diğerlerinden daha dramatize olmuş olması ve bond un bu filmde bolca alkol alıp formundan düşmüş olması değil, göründüğü her sahnede parlayan, filme bambaşka bir havan veren, kötü karakterler arasında unutulmaz bir yer edinen, eşcinsel bir psikopatı oynayan, bond ve bondun temsil ettiği emperyalist değerleri köşeye sıkıştıran olağanüstü javier bardem performansı. 

konusu, efektleri, hızı için değil, yalnızca javier bardem'in oyunculuğu için defalarca kez izlenir.



6 Şubat 2014 Perşembe

La Jette/ Chris Marker

"Adam ne delirir ne de ölür. Acı çeker. Devam ederler!"



3. dünya savaşı sonrasında Paris yerle bir olur. Yeraltında sağ kalanların krallığı kurulur ve bilim adamları bir takım deneylerle geçmiş zamana ve gelecek zamana elçiler gönderir. Amaç, açılacak bir zaman tüneliyle şimdinin yiyecek, ilaç ve erzak sıkıntısını gidermektir. fakat her seferinde kobaylar ya ölür, ya sonu hüsranla biter ya da cinnet geçirir... ta ki diğerlerinden farklı yeni bir kobay gelene kadar...


1962 fransa yapımı, yalnızca fotoğraflardan oluşan 29 dakikalık bu melankolik bilimkurgu filmi, daha sonrasında Terry Gillam'ın 12 Maymun filmine de esin vermiştir. filmin baştan sona yarattığı gerilim hissinde müziklerin, ve siyah beyaz fotoğrafların da oldukça etkisi var. Tüyler ürperten bir anlatıcı sesle gelecek için karamsarlığın ve melankolinin 29 dakikalık olağanüstü senfonisi.